30 Eylül 2009 Çarşamba

ERKEKLER-KADINLAR

Kivanc C.September 29 at 4:16am
Hahaha, veriim aslan. Uzerinde hizli hareketler yapilacak seyleri sende seversin
YA beni seni tanidigini belirten Gozde G. diye bir kiz buldu asw'de. Mesaj email falan. Ne is? Kimdir?

Mehmet E. September 29 at 9:33am
7tepede okurken tanıştığım bi kız. boşa vakit kaybetme derim. gösteripte vermeyen cinsten.

Kivanc C. September 29 at 4:39pm
Anlasildi.
Peki guzel mi en azindan? Bana vucudum guzel oram guzel buram guzel ayaklari yapiyor?

Mehmet E. September 29 at 4:42pm
burnu yamuk ama vucut iyi . her daim s.kilir

Kivanc C. September 29 at 4:43pm
Hahahhaa!
Biz erkeklerin komunikasyonunun etkililigine bak. Tek bir mesajda bilmem gerekenleri aktardin.

Yukarıdaki msn muhabbetini yakın arkadaşlarımdan Mehmet gönderdi. Okuyup gülmem için. Evet ilk okuduğumda çok güldüm ama sonradan bi kaç şey baya bi kafamı kurcaladı.

Bir kere bu konuşma, erkekler arasında geçen muhabbete en güzel örneklerden biri. Evet ben şanslıydım; her daim gerek samimi erkek arkadaşlarım gerekse erkek kardeşim, bana karşı cinsin kadınlara bakış açısını çok net  yerleştirmişlerdi. Zaten benim az sonra gösterceğim tepki erkeklere değil aksine kızlara olacak.

Şimdi muhabbete konu genç kızımız Kıvanç arkadaşımıza vücudundan bahsetmiş uzun uzun anladığım kadarıyla. Mehmet'e göreyse bu kız cilve yapıyor ama sex yapmıyor. Benim kafa karışıklığım da tamda bu noktada başlıyor zaten. Kızım sen madem sex aramıyorsun ne diye vücudunu falan anlatıyorsun. Hayır amacın doğru düzgün ilişki  yaşamaksa o zaman anlatmıcaksın vücudunu, kafanı göstericeksin. Ha dersin ki ben sex yapmak istiyorum o zaman da adam gibi yapıcaksın. Hoş ben kadınların erkekler gibi sex yapabileceğine de inanmıyorum. Kaldı ki bu düşüncemi Haydar Dümen abimiz de doğruladı. Geçen gün Teke Teke konuk olmuş, hararetle bişiler anlatıyordu. Konuyu bir de uzmanından dinleyeyim dedim. Haydar abimize göre erkeklerde çapkınlık geni varmış. Yani erkekler içgüdüsel olarak döllerini etrafa dağıtmaya programlıymış. Ve bu gen olmasa dünyada bir milyardan fazla insan hayatta kalamazmış. Bu hocanın iddiası ben bilemem. Herneyse Fatih Altaylı'da dediki 'Peki hocam kadınlarda aldatıyor, onların sebebİ nedir?' Hocam dedi ki 'Kadın seviliyorsa, kendini güvende hissediyorsa asla aldatmaz. Hiç sex yapmadan hayatına devam da edebilir. Ama kadınlar 30'larına geldiklerinde annelik hormonları en üst seviyeye çıkar. Bu dönemlerde kadınlarda döl arayışına geçer. Sadece bu dönemlerde sex ihiyaçları fazlalaşır.' Ha şöyle Hocam ya sen çok yaşa. Kadınlar en azından tamamen saf bi amaçtan dolayı sex istiyorlarmış, onu da ancak hayatının belli bi dönemindeyken.

Konuya geri dönecek olursak; sözüm sanadır yamuk burunlu genç kızımız. Erkekler sex düşkünü olabilirler ama onları bağlamanın yolu burdan geçmez. O kadar da aptal değiller. En iyisimi sen bu muhabbetlere bir son ver de kendine saygını kaybetme, yoksa kim ne düşünürse düşünsün sana ne...

Gecenin şarkıları: MFÖ- Arayıp sormasanda
                           Bedük- My Woman
Şu anda ışınlamak istediğim yer: Egemde bir sahil kasabası

29 Eylül 2009 Salı

BÖLÜM II

Arda, hayatıma neden sevgilin yok sorularından sıkıldığım bir dönemde girmişti. Daha net olmak gerekirse tamamen boşluktan ve ihtiyaçtan. Zaten yanlış yollara da hep bu dönemlerde girilir. Arkadaşlarımdan birinin doğumgünü partisinde tanışmıştık. Klasik işte, kadın güldüren erkeğe dayanamıyor. Meğer esprileriyle içi boş ukalalıklarını kapatıyormuş. Nitekim ne mal olduğu bir kaç hafta sonra bir yandan elimi tutarken diğer yandan da arkadaşıma asılınca anlaşıldı. Hayır tamam erkeklerde çapkınlık geni varmış kabul ettik de bu gen benim yanımda ortaya çıkabilecek kadar nasıl edepsiz olabilir onu anlamış değilim. Anlamak zorunda da değildim. Anında üç ton ağırlığındaki tekmemi yemişti.


Kısa bir geriye dönüşün ardından kendimi köşe bucak saklanır halde bulmuştum. İri Yarı insanların, kapı pervazlarının arkasına sığınmaya çalışırken Ceren ‘N’apiyorsun Allah aşkına’ diyerek irkilmeme sebep oldu. Evet gerçektende n’apıyordum. ‘Ceren, Arda’yı gördün mü bak orda’ dedim. Ceren şöyle bir bakındı ve ‘Aa pislik herif orda n’oldu ondan mı saklanıyorsun saçmalama’ dedi. Meraktan çatlamamak adına Ceren’e ‘Ya onun yanında ki şu buğday tenli kısa saçlı çocuk kim tanıyor musun?’ diye sordum. Şöyle bir gözlerini kıstı, inceledi ve ‘Onur bu ya facebookumda var görmedin mi hiç?’ Hay senin facebookuna işim gücüm yok beş yüz tane arkadaşına bakacaktım demek geçti içimden ama onun yerine’ Neyse işte sen anlat kimdir neyin nesidir?’ dedim. Ceren bir anlığına uzaklara gitti geldi ama eli boş döndüğü de her halinden belliydi. ‘Ya Hakan’ın liseden arkadaşıydı sanırım beraber raftinge gitmiştik. O da vardı. Kendi halinde görünüyordu aslında. Yani bizim çocuklar gibi piçlik yapmıyordu. Biraz gizemli bir havası vardı. Çok konuşmamıştı ama ortama da çok iyi uyum sağlamıştı. Hakanlara göre o gizli piçlerdendi. Başka bir şey hatırlayamadım canım ya’ dedi. Açıkçası bu yüz ifadesinden bu kadarını bile beklemiyordum, şaşırdım. Halbuki asıl şaşkınlığı az sonra iki çift gözü bana bakarken yakaladığımda yaşayacaktım. Aynı anda Arda ve Onur bana bakıyorlardı. Arda hangi yüzle bilemiyorum, bana selam veriyordu ve ben gözüne araba farı yemiş kediler gibi donakalmıştım. Kafamı çevirip kendimi holün sonundaki banyoya atıvermiştim. Banyoda bir yandan ağzıma bir havlu bastırıp çığlık atarken bir yandan da deli gibi zıplıyordum. Allahım bu bana ceza mı? Dünyam bu kadar küçük olmak zorunda mı? Neden bunlar birbirini tanıyor ki? Acaba ben mi çok erkek tanıdım. Bu çocuğun bakışları neden bu kadar içime işliyor, daha onu tanımıyorum bile. Evet aşırı tepki gösteriyorum. Kendime gelmeliyim. Üstümü başımı düzelttim, makyajımı tazeledim ve kendimi dışarı bir hışım atmamla beraber onunla çarpışmam bir oldu. Kollarımdan tuttu ‘İyi misin?’ diye sordu. Bacaklarımı kesinlikle hissetmiyordum ve nefes almayı unutmuştum ama ‘Çok iyiyim’ diyerek koşar adım olay yerinden uzaklaştım. Kendimi giriş kapısının önünde buldum. Nasıl bir çıkışsa Ceren’i falan unutmuştum. Hatta eve nasıl ulaştığımı dahi hatırlamıyordum. Sıcak bir duş alıp yattım.

Ertesi gün Tanrı’ya şükür bomboş bir beyinle uyandım. Pazar sabahları yalnız kahvaltıya dayanamıyordum. Hiç bir arkadaşımı bana gelmeye ikna edemedim. Tamam yemek yapamıyorum ama iki yumurta çırpmasını da biliyoruz yani. Sinir olsam da acıkmıştım ve karşı davetlerden birini kabul ettim. Kapıyı Sanem açtı. Her zamanki gibi muhteşem bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı ve biz yine her zamanki gibi Sanem’in kocasının masaya teşrif etmesini sabırla bekledik. Hayatımda bu kadar ağır hareket eden birini görmedim. Hani kadınlar evden çıkamaz derler ya yanlış, Gökhan evden çıkamaz. Kaç gece süslenip püslendikten sonra saatlerce Gökhan’ın evden çıkmasını bekledik hatırlayamıyorum. Sanem nasıl dayanıyor, kızda nasıl bir sabır var, imreniyorum doğrusu. Kahvaltıdan sonra masayı toplarken Sanem ‘Eee nasıldı dün gece hoş tipler var mıydı?’ diye sordu. İçimden çok anlatmak istesem de olmayacak bir iş için neden çenemi yorayım dedim kendi kendime ve ‘Vardı aslında hoş birileri ama benim keyfim yoktu, erken ayrıldım’ deyip sıyrıldım. Televizyon Gökhan Bey tarafından işgal edildiğinden bilgisayarı aldım kucağıma. Biliyordum, hatta eminim Onur denen çocuğu kesinlikle istemiyordum ama merak etmekten de kendimi alamıyordum. Facebook’a giriş yapıp, Ceren’in sayfasından Onur’u bulacaktım ama o benden önce davranmıştı. Bir yeni arkadaş teklifim bana bakıyordu. Yanıma gelip konuşmaya gelince cesaret gösteremiyoruz ama Facebook’tan arkadaşlık teklif edebiliyoruz. Neyse demek ki o da beni merak etmişti. Yalnız değildim bu konuda. Hemen eklemek istemedim. Biraz beklesin, bende bu arada onun sayfasını rahatlıkla inceleyeyim derken dumura uğradım. Adi yaratık limit koymuş. Artık ağırdan alacak bir sabrım yoktu hemen ekledim.


Gecenin şarkıları : Duman-Oje
                            Nouvelle Vague- İn a manner of speaking

21 Eylül 2009 Pazartesi

BİR HİKAYE DENEMESİ

Bu hikayedeki kahramanlar ve olaylar tamamen benim hayal gücümle ortaya çıkmış olup gerçekle yakından veya uzaktan alakaları yoktur.

BÖLÜM I

Bir yaz gecesi.... İçine çektikçe daha da güzelleşen hava ve tüm güzelliğini usulca teşhir eden bir kadın gibi görünen İstanbul.... Bu mekanı bu yüzden bu kadar çok seviyordum sanırım. Yukardasın, dört bir tarafın alabildiğine İstanbul’a açılıyor, kulağında sevdiğin şarkılar ve favori içkin yanı başında. Başka ne bekleyebilirim güzel bir geceden. Tam da bu şehre aşık olmamak elde mi diye düşünürken yanımda olduğunu bir anlığına unuttuğum Pelin ‘Off ya erkekler aramamayı nasıl beceriyorlar? Sence arasam mı?’ diyerek varlığını hatırlatıverdi. Ben ne diyebilirim ki şimdi kıza. Yani arama desem bütün gece başımın etini yiyecek ’acaba nerde şimdi, n’apıyor, neden aramıyor beni ya’ gibi cümlelerle. Ara desem, çocuk açmasa hele bir de geri dönüş de yapmasa vay halime gecem hepten rezil olacak. Ben bu açmazdayken birden onunla göz göze geldim. Ağzımdan kelimeler dökülüyordu dökülmesine ama ne dediğimin farkında bile değildim. Biriyle bakışmayı oldum olası beceremediğimden kaçamak bakışlarla beni izleyip izlemediğini kontrol etmeye çalışıyordum. İsmini o zamanlar henüz bilmediğim bu adam; buğday rengi teniyle, yeşille ela arası gidip gelen gözleriyle, tam istediğim gibi mükemmel görünen damarlı elleriyle, yine tam benim sevdiğim gibi Bruce Willis modeli alnıyla gerçekten de beni süzüyordu. Bir yandan kaçamak bakışlar atarken bir yandan da içten içe merak ediyordum gelip benimle tanışmak için acaba nasıl bir bahane uyduracaktı. Zaman akıyor, Pelin hala aralıksız yakınıyor ve ben bu adamdan gözlerimi kaçırmayı becersem de aklımı alamıyordum. Her zaman hayret etmişimdir; bir insanla sadece göz göze gelmekle nabız sanki 100 metre koşusundan çıkmış gibi nasıl yükselebilir. İlk aşkım beni terk ettiğinde anlamıştım neden kalple sevildiğini. Sadece kalbin ağrıyor çünkü acı çekerken, nefes alamıyorsun ve sanki üstüne bir ton yük bırakılmış gibi hissediyorsun. Acaba aşık mı olmuştum? Aşk neydi ki? Nasıl bir şey, tepkileri, etkileri neler? Tanrı gibi o da sanırım. Elle tutulamıyor ama hissediliyor. Tanımlarını da net olarak yapamamamız ya da varlıklarından arada kuşku duymamız da bu yüzden mi acaba? Kafamda ufak bir karmaşa yaşarken birden fark ettim ki bu adam hala benimle tanışmak için herhangi bir hamlede bulunmamıştı. E o halde ben neyin savaşını veriyordum ki? Adam belli ki beni izlemek dışında bir şey yapmayacak. Belki cesaretsizliğinden belki evli olmasından Tanrı bilir sebep ne ise artık ben ilgilenmiyordum onunla. Bütün gece bana gelmesini beklemek yerine Pelin’in yakınmalarına çare bulmayı tercih ederim. Hem tanışsa ne olabilirdi ki; muhtemelen gecenin ilerleyen vakitlerinde beni kendi evine masum bir kahve içmeye davet edecekti ve ben bu parantez arası masum olan daveti hafif çakır keyif olmama rağmen nazikçe ve büyük bir hayal kırıklığıyla reddedecektim. Eğer erkek kadını tanışır tanışmaz evine davet ediyorsa kusura bakmasın yahut inkar etmesin kimse ama tek derdi gerçekten sadece o geceyi hoş bir kadınla geçirmektir. Elbette istisnalarımız mevcuttur ama benim için şehir efsanesinden öteye geçemezler. En nihayetinde böyle bir hayal kırıklığı yaşamak yerine ben, onu görmezden gelmeyi seçtim. Kimi kandırıyorum ki? Daha fazla bu acıyı yaşatamazdım kendime ve Pelin’e ‘Hadi artık gidelim belli ki senin de keyfin yok’ dedim ve mekanı terk ettik. Eve nihayet ulaşmıştım. (Nedense dönüşler her zaman gidişlerden daha uzun sürüyormuş gibi gelir bana) Makyajımı temizleyip dişlerimi fırçalayacak gücü kendimde zar zor bulup da yastığa kafamı koyduğumda klasik hesaplaşma seansım da başladı. Acaba o kadar erken ayrılmasa mıydım mekandan? Ne de olsa sadece bir bakışla yakaladığım bu heyecanı her Allah’ın günü hissettiğim yoktu. Amann altı üstü bir bakışma yani adam tam aradığım gibi olsa da ne yaşandı ki öffff yeter uyuyorummm.

Ertesi gün tıpkı dolabımda hiç giymediğim ama atmaya da kıyamadığım kıyafetlerimden biri gibi olan arkadaşım Ceren’in yaklaşık olarak on beş gün önceden ‘kimseye söz verme bu partiye kesin gideceğiz’ diyerek rezervasyonunu yapmış olduğu gece için istemeye istemeye hazırlanmaya başlamıştım. Yani sırf Ceren eski ama bir türlü unutadığı erkek arkadaşını görecek diye tanımadığım insanların evine alakasız şekilde gidecektim. Yeni insanlarla tanışacak, yapmacık muhabbetler yapacak bir ruh halim kesinlikle yoktu. Ama söz ağızdan çıkmıştı bir kere. Ne uydursam da kızın canını sıkmadan cayabilsem diye düşünürken telefonum çaldı. ‘Otuz dakika sonra seni Nişantaşı’ndaki Starbucks’ın önünde bekliyorum byeee’ dedi Ceren. Salına salına somurtkan suratıma sevimli maskemi geçirmek suretiyle çıktım evden. Evet Ceren aynen söylediği yerde beni bekliyordu. Hızlı adımlarla o da bana doğru yürümeye başladı ve ‘Ya nerde kaldın ağaç oldum hadi geç kalıyoruz çok heyecanlıyım sence görünce nasıl davranmalıyım’ dedi. O sırada benim aklımdan geçenler !’^2^+&/()=????%& ‘dan ibaretti ama ben tabi ki her zamanki klasik cümlelerimden bir kaç tane savurdum. Normal ben oturup saatlerce konuşup ona ne yapması gerektiğini anlatırdı. Ama zaman geçtikçe anladım ki benim sözcüklerim sadece uzayda başı boş şekilde dolaşıyorlar. O zamandan beri hem kayıtsız kalıp karşımdakini üzmeyen hem de beni saatlerce sürebilecek konuşmalardan kurtaran harika cümleleri kullanır olmuştum. Derken sokağa kadar taşan müzik seslerinden anladım ki parti evimize ulaşmıştık. Kapıyı tarzından kesinlikle reklam şirketlerinden birinde çalıştığına emin olduğum esmer, uzun boylu ve sporu severek yaptığı her halinden belli hoş bir adam açtı. Sıkılarak gelmiştim ama açıkçası bu karşılama oldukça hoşuma gitmişti. Kısa süren holü atlattıktan sonra oldukça büyük ve zevkli döşenmiş salona doğru ilerledik. Klasik Nişantaşı evlerinden biriydi, yüksek tavanlar eski ama bakımlı kapılar, büyük pencereler ve hafif gıcırdayan ahşap zemin. Partiyi veren masraftan kaçınmamış, gece için catering firması ve bir de dj ile anlaşmıştı. İçeride orta yaşlarına yakın ve orta yaşlarında olan bir kalabalık bulunuyordu. Etrafı usulca süzerken Ceren ‘Nasıl pişman mısın geldiğine? Aaaa bak işte orda Hakan hay Allah’ım n’apıcam selam versem mi?' dedi. Kafamı işaret ettiği yöne doğru çevirmemle gözlerimin yerinden fırlaması bir oldu. İşte ordaydı tam karşımda duruyordu. İşin berbat yanı ise onun ve beyin hücrelerimi geçici olarak kaybettiğim bir dönemimde kısa süreliğine beraber olma gafletinde bulunduğum geri zekalının önde gideni Arda’nın muhabbet halinde olmalarıydı. İşte şimdi asıl ben ne yapacaktım??

gecenin şarkısı: Bliss-Long life to you my friend

18 Eylül 2009 Cuma

gece

Özlemişim gecelerimi... biraz sessizliğin, biraz yalnızlığın ve telaşsız zamanın keyfini.. Belki de en çekici yanı budur gecenin.. şehrin nabzı yavaşlar, stres yerini dinlenmeye bırakır...yakalaman gereken birşey de yoktur..birçokları uyumuştur ve gece tamamen senindir..
Evet itiraf ediyorum ben gündüzü yaşamaya zorlanan bir gece insanıyım..

gecenin şarkısı : Gossip-Heavy cross

12 Eylül 2009 Cumartesi

AKLIM KARIŞTI

Yıllardır Pedro Almodavar’ın ve Ferzan Özpetek’in filmlerini takip ederim. Onların gay bakış açısına hakimdim ama hiç birinden bir Ang Lee filmi olan Brokeback Mountain kadar etkilenmedim. Bu durum ne oyuncuların müthiş performansından ne de yönetmenin tarzından kaynaklanıyordu. Bu tamamen senaryonun beni GAY-HETERO kimlik çatışmasını irdelemeye itmesinden kaynaklanıyordu.

Diğer filmlerde gay olarak addettiğimiz delikanlılar sapına kadar gaydiler. Yani durum çok netti. Onlar bu şekilde doğmuşlardı ve bu kabullenebileceğimiz bir durumdu. Oysa Brokeback Mountain’da ise kafa karıştırıcı ilişkiler yumağı mevcut. Filmde kahramanlarımız bir yandan evliliklerini sürdürmeye çalışırken diğer yandan da birbirilerine olan aşklarını her yıl balığa çıkma adı altında yaşamaya devam etmektedirler. Birinin evliliğinde geçim sıkıntısı sebebiyle yaşanan gerginlikler, diğerinin evinde ise iç güveyi olmanın verdiği eziklikten kaynaklanan gerilimler yaşanmaktadır. Delikanlılarımız tüm bu kabuslardan birbirlerinin kollarında arınmaktadırlar. Kahramanlarımızın eşleri ise; para odaklı, gösterişi seven, sürekli talepte bulunan kısaca erkeklere hayatı zorlaştırsın diye dünyaya gelmiş iki klasik kadındılar. Benim soru işaretlerimden biri de tam bu noktadan itibaren başlıyor. Duygusal olan biz kadınlar değil miydik? Ota boka ağlayan, vicdanlı olan, sevebilen ve sevgisini gösteren biz değil miydik? Düşünüyorum biraz genel olarak kadınları, sonra kız arkadaşlarımı, onların ilişkilerini, neler istediklerini, neden mutsuz olduklarını...Evet kadınlar seviyor ama duygusal değiller aslında. Hep bir beklenti mevcut ilişkilerde yahut evliliklerde. Bir evimiz varsa ikincisi olsun, çocuğum en iyi okula gitsin, tek taşım olsun, daha çok paramız olsun, daha çok ilgi göstersin, doğum günümde çiçek alsın...bu liste uzar gider. Kadın bir erkekte aradığını bulamıyorsa, beklentileri karşılanmıyorsa ne kadar severse sevsin arkasına bakmadan çeker gider. Erkek o vakitten sonra sürünse de artık çok geçtir. Karar verilmiştir ve dönüşü yoktur. Hatta acımasızca gelecek biliyorum ama çoktan yeni birini bile bulmuştur. Hoş bir çoğu da bulmadan bırakmaz zaten. İşe bir başka açıdan baktığım da ise; bu kadar talepkar bir karşı cins olmasaydı dünya da ileri seviyede bir medeniyete ulaşamazdı diye düşünüyorum. Yani dünyada sadece erkekler yaşıyor olsaydı eminim futbolu yine bulurlardı ama mağarada yaşamaya da devam ederlerdi. Kadın, bitmek bilmeyen talepleriyle tüm bu teknolojinin, lüksün hatta ekonominin oluşmasında inanılmaz derecede büyük bir itici güç olmuş bana kalırsa ..

Ben yine konudan saptım. Neyse filme dönecek olursak şimdi bu delikanlılar gay midir yoksa sadece karısının dırdırından, yaşam kavgasından, sorumluluklardan sıkılıp huzuru birbirlerinde mi bulmuşlardır? Yani bir erkek hem kadını hem de erkeği aynı zaman diliminde çekici bulup cinselliği her ikisiyle de yaşayabilir mi? Buradan başka bir filme Vicky Cristina Barcelona Barcelona’ya gidiyorum ve filmden küçük bir alıntı sunmak istiyorum. Cristina arkadaşlarına bir kadınla olan sevişmesini anlatıyor. Bunun üzerine arkadaşı ‘ne o şimdi de lezbiyen mi oldun ‘ diye soruyor. Cristina ise cevap olarak ‘etiketlerden hoşlanmıyorum ben Cristinayım, o an onu hissettim ve yaşadım’ der. Bu durumda karşındakinin illaki kadın ya da erkek olması gerekmiyor cinselliği yaşamak için. Ne olursan ol her zaman diğer tarafa duygusal hisler besleme şansın var yani? Bu mudur? Anlamadım, çıkamadım bu işin içinden..??? Bana kalırsa herkes yerini bilsin, ordan oraya zıplamasın. Gay gayliğini bilsin, hetero da heteroluğunu!!

6 Eylül 2009 Pazar

ŞAŞIRMAK

En sevdiğim duygudur kendisi. Neden mi?
Her sabah alarmım aynı saatte çalmaya başlıyor. Beş dakika beş dakika daha, hiç olmadığı kadar çekici görünen yatağımı sonradan geç kalma paniğine kapılmamak adına terk ediyorum ve banyoya atıyorum kendimi. Bir yandan dakikaların hızıyla yarışıyorum bir yandan o günkü psikolojime uygun giyinmeye çalışıyorum. Bir bardak ılık suyumu içip servisi kıl payı kaçırmamak için topukluların üstünde zıplaya zıplaya koşuyorum. Servise biniyorum aynı sıkıcı yüzler, aynı güzargah... Uzun bir kahvaltı faslı sonrası aynı masa aynı manzara aynı insanlarla yeni bir iş günü daha başlıyor. Akşam yine servis, yine ev, sıcak bir duş biraz müzik biraz kitap ve uykuya birinci elden teslimat. Arada hiç mi değişiklik olmuyor, oluyor elbet. Bazen arkadaşlarla muhabbet bazen sinema..bazen klüp..Ama sonuç değişmiyor işte..

Uyuşturulmuş bir hayat devam ediyor. İsyan büyüyor, bazen içinde tutamıyorsun küçük sinir krizleriyle baş başa kalıyorsun. Neler oluyor bana dedikten sonra psikoloğa gitmeye başlıyorsun. İçindeki anlamlandıramadığın sıkıntıyı, o bulsun çıkarsın diye bir ümit her seans devam ediyorsun. Sonunda ise arkadaşlarına bol bol geyik malzemesiyle geri dönüyorsun. Can Yücel’in dediği gibi aslında 'bir ömrün bedeli bir ömür olmamalı' arada kaçabilmeli insan arada tüm görünmez baskılardan uzakta özgürlüğünü dünyaya haykırmalı, dizginlenemez hayvansal içgüdülerini ortaya çıkarmalı ki bu hayata katlanabilmeli, uyum sağlayabilmeli..

İşte tatminsizliklerle,inkarlarla, sorularla, çabalarla, hasır altı edilmiş duygu fırtınalarıyla dolu bir günü yaşarken, küçük farklılıklar yaratan ilhamın eserleri gelip seni bulduğunda yaşadığın coşkuyu seviyorum ben. Uzun zamandır görmediğin biri sana sürpriz yapıp beklemediğin anda karşına çıktığında.. masanda kocaman çiçek buketleri seni beklediğinde, gecenin bir yarısı arkadaşının durduk yere kapıda belirip hadi kaçıyoruz deyip seni motoruyla gezintiye çıkardığında ve rüzgar tüm vücudunu sana inat sardığında, izlediğin film hiç beklemediğin şekilde bittiğinde, aynı kişiyle aynı anda aynı şeyleri hissedip bunu aynı anda dile getirdiğinde, beklemediğin bir anda çok içten öpüldüğünde, hesap numaranda bol sıfırlı rakamlarla karşılaştığında..kısacası planlamadığın ve kontrol edemediğin her güzel sürprizde yaşadığın şaşırma duygusuna bağımlıyım ben. Böyle aşık olmuyor muyuz zaten?

1 Eylül 2009 Salı

TEKNOLOJİ CAHİLİYİM

Bu cümleyi, anneme cep telefonunundan sms atmayı bile beceremiyorsun diye sızlandığım zamanlarda sarf edeceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi herhalde. Ama şimdi kadına hak vermemek içten bile değil zira artık bendeniz teknolojinin hızına yetişemiyorum. Nitekim durumumun vahimliğini ev sinema sistemi almaya kalkıştığımda net bir şekide fark ettim.

Ev sinema sistemi hakkında en ufak bir fikrim olmadığından yanımda erkek olduğu gerekçesiyle teknolojiden de iyi anlar diyerek bi arkadaşımı daha sürükledim mağazaya giderken. İçeri girip aletlerin başına dikildik. İlerleyen zaman diliminde olayı kavramaya çalışırken anladım ki yanımdaki benden beter. Daha da beteri bir türlü benimle ilgilenebilecek bir müşteri temsilcisi bulamamam. Ben de yakın zamanda kendine ev sinema sistemi almış ve teknolojiden gaytet de iyi anladığını tahmin ettiğim bir kız arkadaşımı aradım. Gamzecim beni kırmadı, hemen geldi sağolsun. Fiyatı keseme göre bir model bulduk ve müşteri temsilcisini çağırdık.

Şimdi size biricik arkadaşım ve sonradan adının Ali olduğunu öğrendiğim müşteri temsilcisi ile aramızda geçen konuşmalardan bir kesit sunmak istiyorum.

G: Bunda blueray var mı?
A:Hayır
G:Peki Wireless var mı?
A:O da yok. Ama önemli olan ses kalitesinin iyi olması.
Bana dönüyor ve soruyor.
A: LCD'nizde optik giriş var mı?
Ben: O nedir?
G: Sesi daha net duymanı sağlayacak.
Ben: Bilmiyorum ki sormadım alırken.
A: Ne zaman aldınız LCD'yi?
Ben: ee hmm Şubatta aldım.
A: Hmm malesef o modeller katalogdan kaldırıldı. Neyse o zaman ben size bu kablodan vericem altın kaplama olsun mu?
Ben: ??=)(/&%''/^'%! Pardon siz ne'ce konuşuyorsunuz? cümlesi eşliğinde şaşkın bakışlar..
Alayla acıma arası karşılıklı gülüşmeler.
G: Kesinlikle altın kaplama almalısın ses süper çıkıyor, görüntü netleşiyor.

Sonuç ben ne olduğunu anlamadığım bir ev ses sistemini altın kaplamalı kabloları eşliğinde aldım. Biliyorum ben o anda bu aleti alırken çoktan bir üst modeli katologlarda yerini alıyordu. Bayılarak aldığım LCD'im bile bir sene geçmeden demode olmuş.

Teknoloji şaşılacak derecede bir hızla, bizleri aşmak sureyle ilerliyor.

Ben, hayal meyal hatırlasam da siyah beyaz tv izlemiş, kumandasız tvnin kumandası olmuş, en azından lise yıllarını cep telefonsuz geçirmiş (ki o zamanlar nasıl buluşuyormuşuz hala hayret ederim) biri olarak görüntülü konuşmaların yapılabildiği, kendi kendine park eden arabaların trafiğe çıktığı bir döneme uyum sağlamakta güçlük çektiğimi itiraf ediyorum.

Ne yalan söyliyeyim ben teknolojinin sağladığı kolaylıklara rağmen onun hayatımızda daha az yer kapladığı dönemleri özlüyorum. İşte bu cümle de artık iyice anneme benzemeye başladığımın ve yaşlandığımın (ya da olgunlaştığımın mı desem??) en büyük kanıtıtır. Bu da bana kapak olsun :)