23 Kasım 2009 Pazartesi

BLOGGERLA YOLUMUZ BURAYA KADARMIŞ..

SEVGİLİ OKUR,

Ben işleri hafiften ilerlettim ve daha özgür olabileceğim başka bir alan yarattım kendime. Beni bundan sonra  http://www.istanbullover.com/ adresinden okumaya devam etmenizi temenni eder yazılarımı titizlikle takip eden biricik gözlerinizden öperim...

19 Kasım 2009 Perşembe

GAYİZ GAYSİNİZ GAYLER

AKADEMİ 14


Yirmi yaşlarındaydım ilk defa gay bara adım attığımda. Meraklıydım ve İstanbulumu sonuna kadar sömürmeye kararlıydım. Üniversitenin ilk yılları aslında yalan söylemeyeyim şimdi yedi yıl devam eden üniversite hayatım boyunca bırakın Cuma cumartesiyi neredeyse haftanın her gecesi soluğu dışarıda alıyordum. O zamanlar en sık Teoman’ı dinlemeye Doors’a bir de Athena’yı dinlemeye Captain Hook’a giderdik. Bu mekanlarda da çok eğlendik, coştuk, zıpladık ama hiç biri Akademi 14 kadar aklımda kalmadı. Akademi 14; İzzet Çapa’nın şimdiki Heaven’ın yerinde açtığı ufacık tefecik salaş bir gay bardı. Neredeyse salonum büyüklüğünde olan bu mekan, iddiasız dekorasyonuna, sıradan müziğine rağmen kapısında kuyruklar oluşturmayı başarmıştı. İçeride, dışarıda gizlenen kimlikler adeta en doğal halleriymiş gibi ayyuka çıkıyordu. Normalde gay olabileceği aklınızın ucundan dahi geçmeyecek adamlar birbirini öpüyor, kadınlar kız arkadaşlarına erkek gibi sahip çıkıyor, straightlerde kendi hallerinde eğleniyordu. İlk başlarda, bu tuhaf ortamı yandan yandan ‘aman allahım’ bakışlarıyla izlerken karizmayı çizdirmemek adına her şey gayet normalmiş edasında dans ediyordum. Ancak zamanla Akademi 14’ün gittiğim tüm mekanlardan çok daha gerçek çok daha güvenli olduğuna karar verdim.  Ne birbirini kesen sahte bakışlar ne de kasıntı tavırlar vardı. Herkes medeniyetin gerektirdiği kadar samimi ve sınırlarını bilecek kadar da mesafeliydi. Şimdi; wc’leri gay, straight diye ayrılmış, projeksiyonda animasyon porno oynatan, üstlerinde sadece tangayla denizci şapkası olan spor salonundan taze çıkmış kas yığını erkeklerin bara çıkıp dans ettiği bir clup hayal edin. Kulağa ne kadar yozlaşmış geliyor. Ama benim gözlemlediğim en düzgün, en medeni insanlar ordaydı. Ön yargımı çöpe attığım yıllarda o zamanlara denk gelir. Ne yazık ki her eğlenceli mekanın başına gelen Akademi 14’ün de geldi. Adının duyulmaya başlamasıyla birlikte olur olmaz ziyan insanların da uğrak yeri de olmaya başlayan mekan, genç bir arkadaşımızın çıkan kavga sonrası hayatını kaybetmesiyle gece hayatına perdelerini kapattı.

TEK YÖN

Gay bir arkadaşımızın ısrarlarına dayanamayarak gittim Tek Yön’e. Mekan, adının hakkını sonuna kadar veriyor gerçekten de zira karşı cinsi temsilen sadece ben ve Damla vardık. Garsonundan dj’yine kadar herkes gaydi. İçeride hakimiyet varoşlardaydı. File atletlerle gezen hafif kilolu arkadaşlar, müteahhit kılıklı takım elbiseli amcalar, artık iyice İstanbullu olmuş yabancı uyruklular dikkat çeken arkadaşlar arasındaydılar. Kimi el ele tutuşmak suretiyle romantik takılmakta kimi de geceyi kurtaracak arayışlar içerisindeydi. Hınca hınç erkek kaynayan bir mekanda yokmuşuz gibi davranılması gücüme gitmedi değil. Mekanın kapıları kadınlara açık olsa da içeride fazla barınmanız mümkün değil. İster istemez dışlanıyorsunuz. Biz de baktık, gördük ve kendimizi Love’ a attık.

LOVE BAR

Harbiye’de vaktinde Captain Hook diye anılan mekanımız nur topu gibi bir gay bar doğurmuş. Süslü püslü, kırmızı ağırlıklı, bol bol parlak objelerin kullanıldığı, üstü çıplak papyonlu ve fötr şapkalı garsonlarımızın sexi sexi servis yaptığı mekanımızın dizaynı belli ki modaya yön veren gay dekoratörlerden birinin elinden çıkmış. Love Bar’ı merak edip gitmek isteyen hem cinslerime şimdiden söyleyeyim kadınların içeri alınmadığı tek mekandır kendisi. Bizzat lezbiyen taklidi yapan arkadaşların alınmadığına şahit olmuş biri olarak söylüyorum mutlaka kolunuza erkek arkadaşınızı takın giderken.

İçeride sanki daha çok straight erkekler ağırlıklı. Ne garsonlar ne de CK iç çamaşırlarıyla dans eden baylar gay. Nasıl olduysa delikanlı gençlerimiz, kadınların gay barları çok sevdiğine dair bir duyum almışlar ve av için bu mekanı seçmişler. Mekanda Nihat Odabaşından, Gülşen’ine, Hande Yener’ine kadar bir çok marjinal geçinen ünlümüzü görmek mümkün. Bar daha çok gay bar konseptinin priminden yararlanmak adına açılmış. Yine de sıkıldığımı söyleyemem zira gerçekten incelemeye değer çok ilginç gay çiftler görmedim değil. Her biri yüz ellişer kilodan oluşan dörtlü gay grubu hala unutamıyorum mesela..

BİGUDİ

Merak sınır tanımıyor arkadaşlar. Lezbiyen olarak adlandırılabilecek hiçbir eylemim olmamasına rağmen bizim Türk lezbiyenler (sanki yabancısını biliyoruz) nasıl oluyor diye merak edip üç kız kendimizi Bigudi’de bulduk. Adresi internetten öğrenmiştik ama Bigudiyi bulmakta baya zorlandık. Aslında zor olan adres değil, lezbiyen damgası yemeden insanlara ‘Bigudi nerede acaba?’ diye sormaktı. Birkaç kat asansör bir kaçta merdiven tırmanışı sonrası girişteki kadın-adamla yüz yüze gelmeyi başardık. Giriş ücretlerimizi ödemek suretiyle kapılar bize ardına kadar açıldı ama mekan erkeklere tamamen kapalı. Hoş ben bazı kadınları resmen erkek sanmıştım. Gerek giyinişleri gerek hal ve hareketleriyle erkekten farkı olmayan bu kadınların erkek olmadıklarına inanmak oldukça güç. Zira bazılarının sakalları dahi vardı. Dekorasyon berbattı. Salaşlıkla pislik arası gidip gelen bir görüntü hakimdi. Bir yanda bar, onun yanında dj kabini, ortada birkaç bistro diğer yanda da kızlar çıkıp hünerlerini göstersin diye konmuş stant vardı. Gözlemlediğim kadarıyla çiftlerden biri mutlaka erkek görünümünde diğeri de fingirdek kız kıvamındaydı. Erkek görünümlü olanların bir elleri fingirdeklerin belindeyken diğer elleri de rakılarındaydı. Her an kavga çıkarmaya müsait bu arkadaşların etrafa attıkları pis bakışları gerçekten de erkeği aratmıyordu. Üçümüz, Fransız tadında etrafı süzerken yanımızda yarma gül’ün sakallı halini andıran garson beliriverdi. İçmeyeceğimden emin olsam da tırsmış bir ifadeyle bira söyledim kendisine. Elimde biramla kızlarla etrafı çekiştirirken Pelin’e zibidi kılıklı, en fazla yirmili yaşlarında görünen oldukça heyecanlı bir genç kızımız ‘benimle dans eder misin?’ diye sordu. Pelin kırmadı genç kızımızın hevesini ve kızla dans etmeye başladı. Bu durum Güliz’le beni bozmadı değil. Demek biz lezbiyenlerin tipi değiliz diye hayıflandık hafiften. Derken kızımız bizim grubun içine yavaş yavaş sızdı ve başladı muhabbete. Bana doğru eğildi ve beklenen soruyu patlattı. ‘Sen lezbiyen misin?’ Ben soruya önceden hazırlanılmış net cevabımı verdim. ‘Kesinlikle değilim.’ Karşı tarafta olmanın gururu dört bir yanımı sararken kızımız bana ‘Hmm demek doğru kadına hala rastlayamamışsın.’ dedi ve tüm karizmamı çıtır çıtır yedi. Tabi ki kıza sadece şaşkın ifademi gizleyebildiğim kadar gülümsemekle yetindim. Bigudi de fazla kalamadık, kalıplaşmış müşterisi bizim gibi heteroları kusmaya çok hevesliydi. Haksız da sayılmazlardı aslında. Kadın görünümlü erkekleri görmeye alışmıştık ama erkek görünümlü kadınlıktan nasibini almamışlara karşı aynı alışkanlığımız mevcut değildi.

Biz orta halli burjuva hallerimizle her ortama girebileceğimizi vurgulamaya çalışırken onlar bu dünyada bizlere yerleri olmadığını net tavırlarla belirttiler. Ya sonuna kadar içerdesindir ya da dışında. Tadımlık ziyafetlerle işin hazımsızlık kısmından kurtulmamız mümkün değildi. Haksız da sayılmazlardı aslında.



Madem barlardan bahsettik size birkaç dans parçası önermeden edemeyeceğim.

Freemasons ft. Sophie Ellis Bextor- Heartbreak make me a dancer

Serge Devant- Addicted

Not: Bu arada 2012’ye gittim. Ben klasik bir Amerikan filmi izleyeceğimden emin olduğumdan fazla hayal kırıklığına uğramadım. Elbette her şey abartılıydı. Kahramanlar yaratıldı, imkansızlar başarıldı falan filan ama ben her şeye rağmen etkilendim filmden. Açıkçası bana ölüm korkusunu, çaresizliği, kaçışın, kurtuluşun olmadığını iliklerime kadar hissettirdi. Anlaşılan ben ölmekten deli gibi korkuyormuşum. Ya da şöyle ifade etmek daha doğru olacak; zebil gibi, karınca sürüsü gibi binlerce insanla birlikte değersiz şekilde ölmek ve aslında her şeyin ne kadar anlamsızlaştığını görmek beni korkuttu. İçim daraldı ama görsel efektler bana göre iyiydi. Teknikten anlayan arkadaşlara karşı saygımın sonsuz olduğunu da ayrıca belirmek isterim.

10 Kasım 2009 Salı

ORTAYA KARIŞIK

KİŞİSEL GERİLİM


Baktım, insanlar ellerinde ‘ Nasıl CEO oldum’, ‘Quantum Sıçradım’, ‘Sırrı Biliyorum’ tarzı bilumum kitaplarla dolanıyor. Herkes bilgisayarına duvar resmi olarak araba, para resimleri ya da aşık oldukları çocukların resimlerini koymuş bir yandan da şunu istiyorum, buna secret yapıyorum diye sayıklıyor. Heves ettim bende, gittim aldım hepsinden birer tane. Zira kişisel gelişimim diğerlerinden geri kalmamalıydı. Hoş ceo olmaya hiç niyetim yoktu ama belki dedim iş hayatının çetrefilli yollarında bana yardımcı olur. İtiraf ediyorum o kitaplardan sadece 10 sayfa falan okuyabildim. Kendileri şu an kütüphanemde dekor olarak kullanılmaktalar. Kimse gocunmasın yazana da saygı duymak lazım ama bana bıdı bıdı, bilmiş bilmiş, şöyle ol, şunu yap, her şey senin elinde diyen kitaplardan hiç haz etmiyorum. Yalnız bu tarz kitaplardan sadece birini sonuna kadar okumayı becerebildim. Onu da almaya hiç niyetim yoktu aslına bakarsanız ama lanet olsun şu işaretlere takıyorum işte. ‘Evrenden torpilim var’ tam üç kez türlü türlü yollardan bana ulaşınca duyarsız kalamadım. Yazan arkadaş oyuncuymuş, yıllarca Amerika’da yaşamış, çok zor günler geçirmiş, parklarda uyumuş falan ama ne zaman ki evrene doğru mesajlar göndermeye başlamış, durumu da giderek düzelmiş. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak bizlere de faydalı olmak istemiş ve oturmuş insanlara istemeyi öğreten bol egzersizli bu kitabı yazmış. Adam Amerikalıların sahte samimiyetiyle ağızdan çıktığı gibi yazmış kitabını. Eğer kendi hayatından esinlenmeseydi hayatta okumazdım. Aslında yazdığı bazı şeyler de mantıklı gelmedi değil. Mesela Yunus Emre’nin de iddia ettiği gibi her birimizin Tanrı’nın bir parçası olduğumuza ve Tanrı’nın bizim aracılığımızla tüm deneyimleri, duyguları tattığına inanıyor.  Bay Torpilliye göre evrene olumlu mesajlar gönderirsek, o da bize istediklerimizi mutlaka verecekmiş. Bu sebeple olumsuz tüm kelimelere yasak koymuş kendisi. Yalnız bunu uygulamak benim açımdan baya bir gerilime yol açtı. Mesela bana gelen en klasik en sık sorulan soru ‘Erkek arkadaşın var mı?’ veya ‘Araban var mı?’ Refleks olarak ağzımdan YOK çıkıyor ve ZzZzZortttt yanıyorum. ‘Yok’ yanlış kelime, olumsuz mesajlar göndermiyoruz. Peki ama ne diyeceğim. Bir keresinde erkek arkadaşım var dedim sırf bu yüzden. Ama bu cevabın ardından gelen binlerce soruya cevap veremeyince pes ettim yine geldim YOK’un dizinin dibine oturdum. Anlaşılan o ki benim kişisel gelişimimden ancak yüksek voltajlı gerilim ortaya çıkıyor. Zaten ben kaderciyimdir. Yani arada kadere teslim olmak lazım. Her şey o kadar da elimizde değil. Bazen ne yaparsan yap olmuyor işte.

2012 DENİZ

Geçenlerde ısrarlara dayanamayıp yeni evli bir çift arkadaşıma yemeğe gittim. Bir yemeğin bu kadar ufkumu açacağı gerçekten hiç aklıma gelmezdi. Bizim kız Deniz ben görmeyeli kendini reikiye, yogaya ve maya takvimine adamış. Hadi diğerlerini duyduk, denedik, sıkıldık ve arkamıza bakmadan terk ettik de maya takvimini duymamıştım daha önce. Deniz’in edindiği bilgilere göre Maya denen milletin takvimi 21 Aralık 2012 tarihinde bitiyormuş. Bitiş tarihinden itibaren tam dört gün sürecek bir güneş tutulması başlayacak ve bir çağ sona erecekmiş. 2012 Deniz’in iddialarına göre bu dört gün boyunca hiçbir elektronik alet çalışmayacak ve büyük bir kargaşa yaşanacak ve bu kargaşadan ancak reiki ve yoga yapanlar sağ olarak kurtulabilecekmiş. Çok büyük sabır işiymiş çünkü o günlere dayanabilmek. Hayata sımsıkı tutunan kızımız da kolları sıvamış ve başlamış reiki derslerine. Sadece kendisi başlasa iyi zavallı kocasını da sürüklemiş ardından. Hatta hızını alamayıp beni de reiki derslerine götürmeye karar verdi. Ben ona biraz düşüneceğimi söyleyerek bu işten bir süreliğine de olsa yırtmayı başardım ama elime hocasının numarasıyla maya takvimi kitabını tutuşturmayı ihmal etmedi. Bu arada Deniz seni seviyorummmm, çok tatlısın 

Bu hafta vizyona 2012 giriyor. Bakalım anlatılanlar doğru mu? İzleyip yorumlarımı en kısa sürede bildireceğim…

Mutlaka dinlenmesi gerekenler listesine Placebo’yu ekliyorum. Kendilerini herhalde yüz yıldır falan dinlerim ama eminim aynı şarkılarını bir yüz yıl daha dinleyebilirim. Adamın iç gıcıklayıcı sesine ve şarkı sözlerine bayılıyorum. Hangi kafayla yazıyorlar ve besteliyorlarsa aynen devam etsinler, arkalarındayım..Dilediğiniz şarkısını seçin ve şans verin pişman olmazsınız…

8 Kasım 2009 Pazar

ÖZEL GÜNLERE GICIĞIM BİRİ HARİÇ

Özel günlere karşı gıcığım var benim. Sevgililer günü mesela en sevmediklerimdendir. Yanlış anlaşılmasın sevgililerimi bir türlü o güne denk getiremediğimden, romantik hediyeler alamadığımdan, mum ışığında yemekler yiyemediğimden değil kesinlikle. Derdim konsepte gereğinden fazla anlam(para) yüklenmesi. Tamam vaktinde aşık olup sevdiğine kavuşamadan ölmüş olan sevgili arkadaşımız Valentinus’un ardından Romalılar sevgililer günü kutlar olmuş anladık da konseptin benimle alakası nedir? Benim ilişkim için manası nedir? Anlayacağınız 14 Şubat kutlamaları bana pek sahte gelir. Öte yandan 14 şubatda ciro patlaması yaşayan çiçekçiler, restoranlar ve özellikle iç çamaşırcılar için sevinmiyor da değilim. Maksat ticari hayat canlansın.Gelelim yılbaşı kutlamalarına.. 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gecenin de maalesef benim açımdan diğer gecelerden hiç farkı yok. Benim için yılbaşı, aile büyüklerinin bir araya gelip soba üzerinde kestane ısıtıp TRT 1 ‘de Emel Sayın, Zeki Müren ve bilumum dansözün izlendiği, tombala oynanan bir geceden ibaretti. Şimdiyse camlar renkli ışıklarla süsleniyor, yapma ağaçlara saçma sapan süsler asılıyor ve mutlaka dışarıda maç kazanmış gibi sevinçle dolaşan kalabalıklara karışılıyor. Belki bazıları için yeni yıl, yeni başlangıçları falan ifade ediyor olabilir ya da güzel geçen yıla anlı şanlı veda etmek istenebilir de ne gerek var bu kadar zahmete ve masrafa girmeye? Zaten normal günde bile ite kaka ilerleyen İstanbulum’un trafiği yılbaşı gecesi ilerlememek suretiyle kilit kelimesinin anlamını iliklerimize kadar bize yaşatır. Sonrasında gideceğiniz mekandan ise normal zamanda aynı şeyleri yiyip içip 50 lira verecekken sırf yılbaşı gecesi diye 150 kağıt ödeyip çıkılır. Kısacası çok büyük coşkuyla girilmek için çaba harcanan yeni yıla, oranızı buranızı dürten kalabalık ve poponuzda bir kazıkla giriverirsiniz. Neyse tekrar ediyorum tüccarımız kazansın mühim değil.


Gelelim doğum günlerine ve orda biraz duralım. Otuz birinci yaşıma alışmaya çalıştığım şu günlerde yeni bir farkındalık daha yaşıyorum. Her yıl saat tam on ikiyi bir gece heyecanla telefonuma bakmaya başlarım. Elbette doğum günümün hatırlanıp kutlanması çok hoşuma giderdi ama öyle abartılı kutlamalar bana göre değildi. Yani dünyaya gelip, topluluğa karışıp hayatımı ince ince kurmaya çabalayan varlığımı, beni aşan doğum günü partileriyle kutlamak adetim değildi hiç. Zaten aileden de böyle bir ihtimam görmemişiz. Her Allahın günü illaki masrafa soktuğum ailem bir de doğum gününde hediye almayı gereksiz bulurdu. Ergenliğe kadar minik arkadaşlarla, kocaman annelerle kutlamıştık zaten doğum günlerini. Şimdi eşek kadar olmuşum, utanmadan bakın ben bir yaş daha büyüdüm diye doğum günü organizasyonları yapıp hediye almayı istemeden de olsa zorunlu kılıp bir de üstüne yemek masrafını ekletecek değildim. Oysa bu yaşıma kadar bakıp da göremediğim bir gerçek varmış. Doğum günleri, doğum günü sahibi tarafından değil tam aksine sevdikleri tarafından kutlanan bir günmüş. Dünyaya geldiğin için onurlandırıldığın ve varlığının sevdiklerin için anlamının ifade edildiği bir günmüş doğum günü. Otuzbirinci yaşımda yaşlandıkça hayatımdaki yerleri sağlamlaşan dostlarım yaptıkları sürprizleriyle, güzel temennileriyle, içtenlikle alınmış hediyeleriyle onlar için önemimi en doğal en mükemmel şekilde bir kez daha vurguladılar.

Beklenmedik şekilde şımartıldığım, mutluluk çizgimin tavan yaptığı bugünü kutlamasız bırakamazdım. Longtable’ın rüküş dekorasyonunda, Bihter- Firdevs’in yalı şıklığında, sigaralı-sigarasız ayrımına ve müziklerin kulakları doldurmamasına rağmen harika bir gece yaşattınız bana tekrar teşekkürler….

1 Kasım 2009 Pazar

KAÇIŞ

Çok sıkıldım.. Projemi yazıp, yüksek lisansımı tamamlayıp hala açılımını bile bilmediğim LLM ünvanını almam gerekiyor. Koca koca kitaplar bana, ben onlara bakıyorum. Romantik bir aşk doğar belki aramızda diye ümit ediyorum. Ama bugün görünce havuza girme iştahımı kaçıran, komple kıl olarak dünyaya gelmiş adam kadar çekici görünüyorlardı bana. (bizim kafaya bone zorunlu ya.. bunlara da haşema giydirmek lazım bana kalırsa..bu kadar büyük lafa maymun gibi bir sevgiliyi de hak ettim kesin ama neyse.. ) Sahiden hiç kimse bu adamcağıza birader çok kıllısın bir çare bul dememiş mi? Ya da hiçbir kadın bu kıllarla seninle yatağa girmem mümkün değil dememiş mi? Ben derim neler demedim.. Kendim de mükemmel olduğumdan değil hani.. O da bana söylesin varsa bir derdi.. Kimse saklamasın.. Düzeltilebilecek bir şeyse tabi.. Ama insanlar alınıyor hemen.. Gururları kırılıyor.. Mesela bir çocuk vardı.. Aylarca pes etmedi benimle buluşmak için aradı durdu.. Çocuk yakışıklı bile sayılırdı aslına bakarsanız.. Ama benim canım hiç istemedi nedense buluşmak.. Yanlış anlaşılmasın öyle peşimden falan koştuğundan değil.. Ne bileyim.. İçi boş konuşmalar geçiyordu aramızda sıkılıyordum.. Neyse beş ay sonunda kabul ettim sinemaya gitmeyi..Her centilmen gibi beni evden almayı teklif etti.. Kabul ettim.. Arabayı park ettik ve sinemaya doğru yürümeye başladık.. Filme yetişme ve fazla konuşmama çabasındaydım..Kendisine alıcı gözle bakamamıştım.. İğrenç bir korku filmi seçtim..Bilinçaltı bir seçimdi sanırım.. Gerçi iyi olan bir korku filmi var mıdır tartışılır.. Saysam öbür elim boşta kalır..Filmde bizden başka kimse yoktu.. Çok sıkıcı olmasına rağmen filme dikkat kesildim..zira kafamı çevirsem biliyorum göz göze geleceğiz .. O pırıltılı gözlere bakmaya dayanamayacağımı biliyorum.. Uzaktan bakıldığında çok acıklı aslında.. Salonda ağzı kulaklarında sevimli bir insan, yanında sahte olduğu her halinden belli tedirgin bir tip..Sinema yöneticileri de filme ara verilse seyircinin kaçacağını tahmin ettiklerinden ara vermeden filme devam edip benim kurtarıcım oldular..Eve gittiğimde yalnız uyumaktan pişman olmayacağım filmden çıkarken şöyle bir baktım bizim çocuğa.. Aman tanrım kaç kilo almış böyle?? Kot pantolonun içine zor sığmıştı.. Yanlardan lovebeltler, önden de göbeği fırlamıştı.. T-shirtü bile göbeğini kapatamıyor hafif havada kalıyordu..Dayanamadım ve sen ne kadar kilo almışsın dedim.. Yediklerinden o anda pişmanlık duyan bir utangaçlıkla gülümsedi ve evet biraz aldım dedi.. Nerden geldiğini anlamadığım bir cesaretle, terbiyesizlik duvarının sınırlarından ‘ yok, baya almışsın ‘ diyen sesim geldi kulağıma...Aynı utanmazlıkla devam ettim          ’ vermeyi düşünüyor musun?’ Aslında bu dediğim baya ayıptı biliyorum. Ama bu sadece göze hitap etme olayı değil artık sağlığı için de vermesi gerekiyordu. Kendisi en fazla 175 cm.di. Gerçi sorsanız 180 falanım der. Neyse 175 boya tam 100 kiloydu. Olacak iş değildi hem de bu yaşta.. Sen acil diyete ve spora başla dedim. Çocuk efendi çıktı bişi demedi. Ama beni bir daha aramadı. Kilo vermeyi bekliyordur belki de kim bilir..

Bakıyorum kitaplara tekrar.. yok hala soğuk aramız..Zamanın da daralmasının etkisiyle aramız ısınmalı diye düşünüyorum.. Tam bir Türk olduğum yumurta ağzına gelince asılmamdan belli aslında.. Sanırım ben strese girmeyi seviyorum…

Müziksiz yapamam ben. Tabi ki Gotan project ve bu aralar favorim la vigueela- bu arada Gotan olmasa bizim dizilerin sofistike ortamlarında ne dinlenecekti merak ediyorum.. her seçkin ortamın müziği yaşasın gotan project..
 Son zamanlarda bir de AYO - Down on my knees'e taktım.. kız çok içli söylüyor.. bayılıyorum...

30 Ekim 2009 Cuma

BİR SAVERİSTANBUL YAZISIDIR.

EYVAH KİLO ALMIŞIM!!!


İlkokul yıllarımda bana ‘İskeletor, deve kuşu’ gibi takma isimler yakıştırılırdı. Anlayacağınız üzere iştahsız bir çocuktum. (Yaşı kemale ermiş olanlar iskeletor karakterini He-Man’den hatırlar.) Zavallı annem elinde yemek dolu tabaklarla peşimden koşturur, iki lokma daha yesem içi rahatlardı. Kilo alabileyim diye arı sütleri, iştah şurupları mı içirilmedi. Sütten nefret etmeyeyim diye içine ballar, kakaolar mı karıştırılmadı. Ama yok hiçbiri fayda etmedi ta ki ergenliğime kadar.

Ergenlik dönemine girişimle beraber iştahım da fena halde açılmıştı. İşin güzel yani ise ne yersem yiyeyim kilo almıyordum. Hele üniversite yıllarımda kaldığım öğrenci evinde yediklerimi normal bir insan yeme gafletinde bulunsa birkaç ayda eminim rahatlıkla on kilo alırdı. Abarttığımı düşünüyorsunuz ama birkaç örnekle ikna olacağınıza eminim. Öğrenci evinde malum en çok tüketilen gıda ürünü makarna ve patatestir. Ben bir gece insanı olduğumdan her zaman geceleri ders çalışırdım. E sabaha kadar aç mideyle çalışmam mümkün olmuyordu. Bu durumda en basit çözüm ya yarım ekmek büyüklüğünde sucuklu kaşarlı bir tost ya da mayonez ve ketçap karışımıyla harmanlanmış makarnadır. Sofradan tatlısız kalktığım görülmemiştir, hemen üstüne de nutella kaşıklanır. Gündüzleri de hooop bir telefon yandaki kebapçıya gelsin lahmacunlar, künefeler..Tabi bu doğuştan geldiğini düşündüğüm şanslı yapımın da bir sınırı varmış onu da işe girince anladım.

İşe başladığım ilk yıllarda iş arkadaşlarım bende bir tuhaflık olduğunu anlamışlardı. Neredeyse tüm öğünlerimi kıtlıktan çıkmış gibi yediğime ve buna rağmen incecik kaldığıma şahit olunca, başladılar söylenmeye; bu kadar yemeye nasıl kilo almıyorsun, biz on yaşımızdan beri diyet yapıyoruz, bu resmen haksızlık diye. Arkadaşlar nazar değdireceksiniz yapmayın etmeyin dedim ama nafile ne zaman yemek yerken görseler cık cıklamaya bu kadar da olmaz demeye devam ettiler. Ta ki bu seneye kadar.

Baktım iş yerinde sürekli oturuyorum, deli gibi yemek yiyorum ve giderek yaşlanıyorum. Adeta ışık hızında çalışan metabolizmam da benimle beraber yavaşlayacak elbet diye düşündüm. Biraz hareket lazımdı bana. Gittim iş yerime yakın bir spor salonuna yazıldım. Biliyorum çünkü eve girersem hayatta spor için çıkmam bir daha. Hayatımda spor yapmamıştım. Spor salonlarıyla ilgili olarak duyduğum tek şeyse erkek/kadın arkadaş edinebilmek için mükemmel yerler olduğuydu. Tabi işin bu kısmı şimdilik umurumda değildi. Benim sporu hayatımın bir parçası haline getirmem gerekiyordu aksi halde bu serbest stil yemelerime bir son vermem gerekecekti. Adet; genelde pazartesi yeni bir başlangıç olacak diye başlanılan spora devam eden günlerde gitmemekti. Ama ben yılmadım haftada en az dört gün devam ediyor, kendi terimle duş almış görünümüne gelene kadar da spor yapıyordum. Tabi bunda, sonradan spor delisi olduğuna karar verdiğim kıvamında kastan oluşan arkadaşımızın da etkisi olmadı desek yalan olur. Neyse yüksek lisansımın sınav vakti geldiğinden ne yazık ki sporumu da aksatmak durumunda kalmıştım. Arada da arkadaşlar tarafından sinemayla yemekle kandırılıp spordan alıkoyulmalarım da başlamıştı. Tüm düzenim şaşmıştı ve ben haftada bir bile gidemez olmuştum spora. Gel zaman git zaman hiç tartılmayan ben, birkaç pantalonumda darlık hissedince soyunma odasında her köşeye itinayla konmuş tartıları daha fazla görmezden gelemedi ve tartıldı. O da ne? Beş kilo mu almışım? Nasıl olabilirdi bu? Hemen açıklayayım. Bu spor denen illet iştahımı daha da açmıştı. Nasılsa spor yapıyorum diye umursamamıştım. Ancak spora gidiş sıklığım azalmıştı ve ben aynı şekilde yemeye devam etmiştim. Sonuç ortada.

Bu kilo denen canavar bir kez sizi ele geçirdi mi kurtulmanın imkanı yokmuş meğer. Bir dönem manyaklar gibi dikkat ettim yediklerime. Kalori nedir bilmezken, kalori saymaya başladım. Et oburken içimi dışımı yeşillikle doldurdum. Ama hiçbiri işe yaramıyordu. Şimdilerde ise sakin olmaya karar verdim. Takmazsam giderler diye ümit ediyorum. Ama siz siz olun düzenli yapmayacaksanız sporu hayatınıza sokmayın.

Yazardan not: Benim yazdıklarıma bakarak indirim kuponlarınız kullanmazlık etmeyin. Suç yemeklerde değil düzensiz sporda. Ben yandım siz yanmayın...

http://www.saveristanbul.com/

28 Ekim 2009 Çarşamba

31'E SAYILI GÜNLER KALA...

Neeee OOOTUZZZBİRRR yaşında mısın? İnanmıyorum hiç göstermiyorsun.. Yirmi iki yaşındayken ne kadar büyük gelirdi otuzlu yaşlar. Utanmadan otuz yaşlarındaki insanlara yaşlı bile dediğim olmuştur. Otuzlara geldik, gördük ki durum hiçte yirmilerden bakıldığı gibi değilmiş.


Geçenlerde birkaç arkadaşımla oturmuş ilişkilerden konuşuyorduk. Konu döndü dolaştı yaşlanmamıza geldi. Biri erkek diğeri kız olan yaşıtlarım ‘keşke on sekizimize dönebilsek’ dediler ve kesinlikle onaylayacağımdan emin ama yine de ‘Evet ben de isterdim’ i yüksek sesle duymaya aç gözlerle bana baktılar. Şöyle bir düşündüm, daha önce hiç düşünmemiştim. Asılı kalınan bu zaman diliminde, konu dağılır diye beklerken arkadaşlar ısrarla gözlerimin içine içine daha büyük bir baskıyla baktılar. ‘Ben de’ desem rahatlayacaklar ve konu hemen değişecekti biliyorum. Ama diyemedim. Bazen bu gereksiz dürüst ve muhalefet yanımın katili olmak istiyorum. Zira beni, içinde bulunmaktan sıkıldığım tartışma ortamlarına, aslan kafesine atılan etler gibi bıraktıkları çok olmuştur. Artık ürkütücü olmaya başlayan sessizliği dağıtmam farz olmuştu ve ben de ‘Neden isteyeyim on sekizime dönmeyi’ dedim. Yıllarca, önce aile tarafından sonra sırasıyla tüm eğitim kurumları tarafından üzerime yapıştırılmış yasaklardan, ayıplardan kendini tanıyamamış ne istediğini anlayamamış halime mi dönmeliydim? Önceden benim adıma verilmiş kararlara yarım aklımla tekrar mı uymalıydım? Manyaklar gibi kitap okuyup ‘her şeyi çözdüm, aşkı da yaşadım acıyı da’ modunda dolaştığım, ama dünyadan bi’haber olduğum komik zamanlarıma mı dönmek istemeliydim? Hepsi bir yana, halk içinde ‘tazelik’ olarak adlandırılan ergenlikten kurtulduğunu sanan ama hiçbir duyu organının tam anlamıyla yerini bulamadığı yüzüme mi yoksa gelişimini hala tamamlayamamış vücuduma mı dönmeliydim? Daha da korkuncu, halen kadın dergilerindeki saçma testleri çözerken bile zamanla yarıştığımı sanmama neden olan, güya zekamızın ve toplumdaki yerimizin belirlendiği o aptal sınavlara tekrar mı girmem gerekecekti? Bu bir kabus olmalı. Düşünüyorum ve yok diyorum ben yaşıma bayılıyorum. İşim var, kariyerim var, hayatla ilgili tüm algılarım açık, tamamen olmasa da çoğunlukla özgür sayılırım üstüne üstlük kim olduğumu ne istediğimi de anlamaya başlamışken deli miyim döneyim o yaşlara.. Konuşmamın ardından, herkesin isyan ettiği yaşına gayet haklı ve mantıklı sebeplerle sahip çıkmanın gururu paha biçilemez diye düşünürken, arkadaşım ‘ Ama sen şanslısın senin gözaltı torbaların yok henüz’ dedi ve tüm karizmamı bir nefeste dağıtıverdi.

Yalnız ,otuzlu yaşlara gelmenin bir olumsuz tarafı var ki gerçekten insanı Muro’nun deyimiyle ‘Lanet olsun içimdeki insan sevgisine ‘ dedirtecek noktaya getirebilir. Bu sabah, Türkçeye çevrilince kulağa hoş gelmediğinden İngilizcesini kullanmayı tercih ettiğim date denilen yemek-sinema klasiğini yaşamış olduğum biri aradı telefonumu. Date sonrası biri’yle uygun olmadığımızı anlamış kırıcı olmamak adına çağrılarını kibarca geri püskürtmüştüm. Ancak ortak arkadaşlarımız olduğundan arada bir karşılaşmaktan ve hayat nasıl gidiyor adı altında yaşanan sahte muhabbetlerden kaçamamıştım. Biri, hukuki bir konuda dara düşmüş ve ilk yardım çantası olarak da beni kullanmayı tercih etmişti. Uzun süredir aramadığın birisini işin düşünce aradığında, zart diye konuya giremez daha önceleri aramamış olmanın verdiği titreklik ve sorunuma çare ol ezikliği ile ne haber nasılsından dem vurursun önce. Bizim konuşmamız da farklı gelişmedi. Ben, birinin durduk yere aramayacağını bildiğimden sadede gelse diye kıvranırken, biri benim iyi olduğumu öğrendikten sonra ortak arkadaşlarımızdan Güliz’in nasıl olduğunu neler yaptığını sordu. Ben de, sabırla ve merakla ‘İyi, ne yapsın, aktivite insanı işte, toplantıları biter, korosu başlar, koro biter derneği başlar.. Koşturuyor durmadan.’dedim. Biri, konuya girmek için henüz erken diye düşündü ve belki de sonradan pişman olacağı ‘Ya bu kızın da girmediği ortam kalmadı ama bu yaşa geldi hala yalnız, yazık valla’ cümlelerini art arda sıralayıverdi. Bu arada birinin son bir buçuk yıldır evliliğe doğru giden bir ilişkisinin olduğunu dip not olarak düşmek isterim. Biri, ‘Bana basssss!!’ diye kırmızı alarm veren düğmelerime basıvermişti. Artık uzun süredir görüşmediğim evli ya da evlilik yolunda ilerleyen arkadaşlarımın gözlerini kısarak ‘sende hala yok mu bişi? ’ sorularına sinirden kudurduğum halde ‘kısmet’ diye cevaplandırdığım sabırlı tavrımdan eser kalmamıştı. Telefonun diğer ucundaki zavallı çocuğu yaklaşık olarak beş dakika boyunca laflarımla dövdüm. Önce yalnız olmanın sanıldığının aksine acınacak bir durum olmadığını sonrasındaysa toplumun, otuzuna gelmiş ve bekar kadınlara ‘işin bitmek üzere’ paniğini yaşatmasının ne kadar saçma olduğunu kendimce açıkladım. Biri, eli mahkum katıldı sözlerime. Tek derdi yaşadığı hukuki soruna çözüm bulmak olan arkadaşa gereksiz şekilde patlamıştım kuşkusuz. Onun hatası, otuzlarında ve bekar bir kadın olmanın acınası bir durum olduğunu vurgulayan bininci insan olmasıydı.

Evet itiraf ediyorum sevgili arkadaşlar, otuz birimi doldurmama sayılı günler kala derdim, yaşlanıp, buruşmak değil. Monica Belluciler, Nebahat Çehreler ve genlerim sağ olsunlar bu konuda moral düzeyimi her geçen yıl daha da arttırıyorlar. Derdim, otuzlarında ve bekar olmak hiç değil. Aksini iddia eden yaklaşık elli milyon insana rağmen. Benim derdim başka, bambaşka…

24 Ekim 2009 Cumartesi

KELİMELERİM BİTMEDİ HİKAYE DEVAM EDİYOR....

BÖLÜM V-


Topuklu ayakkabılarım sanki ben burdayımı iyice vurgulamak için daha fazla ses çıkarıyor yürürken. Bütün sinirim her adımımda tepeden aşağıya doğru iniyor adeta. Her geçişimde selam vermezsem ayıp olur diye salakça kendimi şartladığım güvenlik görevlisinin bile suratına bakmadan, sessizlikte tüyler ürperten tak taklar eşliğinde asansöre bindim. Öfkeyle kapımı açtım, çantayı bir yana ayakkabıları diğer yana fırlatıp banyoya girecekken ayağımın halıya takılması sonucu kendimi yerde buldum. Klasik sinirli insan tripleri bile yakışmıyordu bana işte. İnsan acemisi olunca hınçla sağı solu dağıtmanın iki seksen yerde bulabiliyordu kendini. Bacağım belliki çok acıyacak ve kesin moraracaktı ama umurumda değildi. Karizmayı yalnızken bile çizemezdim. Hiçbir şey olmamış gibi küfrede küfrede kalktım yerden. Makyajımı temizlerken acil şefkat diye sızlayan bacağımı hala görmezden geliyor ve aralıksız söylenmeye devam ediyordum. Ekilmiş olmanın verdiği eziklik duygusu yetmiyormuş gibi niye bu kadar dert ediyorsun alt tarafı tanımadığın bir erkek diye beni ayıplayan mantığım da car car konuşuyordu. Derken derinlerden gelen telefonumun melodisi birden kafamdaki bütün sesleri susturmuştu. Nedense her çalışında aptal bir telaş kaplar beni. Yetişmesen ne olur. Operatörler arası yarıştan neredeyse bedavaya konuşacağız zaten bırak çalsın sen ararsın sonra. Ama yok illaki o gereksiz panik vücuda yaşatılacak. Bul bakalım bulabilirsen çantana lazım olabilir diye tıkıştırdığın onca kalabalığın arasından telefonunu. Tabi ki o çanta ters çevrilecek ve ne varsa saçılacak sonrasında kendi düşenin dostu olmaz misali tıpış tıpış toplanacak. Arayan Onur’du. Bu telefonu en azından şimdi açmamalıydım oyunun kuralına göre. Biraz beklemeli ona sallanmadığı hatta unutulduğu duygusu aşılanana kadar da geri dönmemeliydim. Yok, bu merak bu bünyede barındığı sürece o telefonlara her zaman bir alo diyecektim. Ama en azından panik içinde açtığım belli olmamalı, biraz daha kibar, mesafeli ve rahat bir efendim ile cevap vermeliydim.

Ihım ıhım ‘Efendimmm’

‘Nerdesin seni göremiyorum?’

Dalga geçiyor olmalıydı. Ama sakin olmalıyım. Ürkütmeyelim şimdiden.

‘E ben eve döndüm çoktan’

‘Kaçırdım seni demek. Yazına kaptırır fark etmezsin zamanı sanmıştım. Telefonum evde kalmış, geldim seni göremeyince eve döndüm telefonu alıp tekrar uğradım.’

Tanıdığım kadınlardan kime anlatsam bu durumu, eminim bana hep bir ağızdan verecekleri cevap yeme bu numaraları olacaktı. Ama ben sebepsiz paranoya yapanlardan değildim ve yapmacık olmamaya çalışırken daha da yapmacıklaşıp,

‘Olur böyle şeyler başka zaman görüşürüz…illa ki bir erkeğin düşüncelerine ihtiyacım olacak zaten bu konuyla ilgili yazarken’ dedim.

Onur’da, unutkanlık sonucu geç kalmışlığın karizmatik pişmanlığı bende de toleranslı olmanın dayanılmaz ağırlığı vardı. Konuşma bu noktada sonlanır diye beklerken sorusuyla telefonun en azından yirmi dakika kapanmayacağı garantilendi.

‘Neden erkeklerin aldatmasını ele alıyorsun? Sadece erkekler aldatır diye bir durum yok. Kadınlar da aldatır. Bence sen genel al konunu mesela neden insanlar aldatır.’

Birincisi kim oluyordu da bana akıl veriyordu. İkincisi bu ukala tavırlar ve üstü kapalı geç kalmış olabilirim ama seninle ilgileniyorum edaları beni fena halde baştan çıkarıyordu.
Bende hem onu teşvik edecek hem de altta da kalmayacak bir cevap verdim.

‘Haklı olabilirsin ama kadınlar sır, kadınların çizgileri kalp atışı gibi erkeklerse dümdüz ve açıktalar, haklarında yazılıp çizilmesi çok daha kolay.’

Devam eden kırk beş dakika boyunca hangimiz münevverliği aşmış entelektüel kıvama gelmiş şovu adı altında birbirimizi etkilemeye çalıştık. Her geçen dakika da biraz daha etkileniyordum gerçekten de. Karşımda sadece bitmeyen merakıyla okuyan, gezen, algıları açık, gözlemci biri yoktu. Aynı zamanda bunların hepsini kendisiyle dalga geçebilecek kadar rahat, eğlenceli ve kıvamı yerinde ukalalığı eşliğinde aktarıyordu bana. Sanki bu kadar çok bilmek için hiç çaba sarf etmemiş, bu bilgilerle doğmuştu. Artık duygularım platoniğin ötesinde geçip vücut buluyordu. Bu adam beni kendine hayran bırakmayı başarmış, tüm dikkatimi üzerine çekmişti.

Genelde flört eden çiftler heyecanlarını bastıramaz ve uzun süren telefon konuşmalarını yüz yüze görüşmeyle taçlandırırlar. Bizimde durumumuz farklı olmadı. Ancak işin alengirli tarafı bunun nasıl yapılacağıydı. Mesela bana ‘Böyle olmuyor hadi bana kahve yap’ dese, tüm ilgimi o anda kaybedecekti. Niyetler belli olsa da ustaca üstü örtülmeli amaca zor yoldan ulaşılmalı böylece gizem korunmalıydı. Nitekim bizim durumumuzda aynen böyle gerçekleşti. İkimizde konuşmaktan acıkmıştık. Dışarıda karnımızı doyurma kararı aldık. Bu saatte açık bulabildiğimiz tek yer Marmaris büfeydi. Gecenin üçünde yemek, benim için aslında minik bir intihar girişimi sayılırdı. Ama umurumda değildi. Mutluluk, heyecan ve coşku aynı anda kaç kez yaşanabilirdi. Yine de ben tedbiri elden bırakmadım ve kepek ekmeğine kaşarlı tost söyledim, Onur ise erkek olmanın avantajını aleyhime kullanmak suretiyle iki adet kaşarlı biftekli istedi. Karşılıklı oturmuş yorgun çenelerimizin son gayretiyle konuşmaya arada da ‘ben galiba aşık oldum.’ sinyalleri vermeye devam ediyorduk. Ama sanki benim sinyaller durumu abartmış kenara çekip dörtlüleri yakmış gibiydi. Aramızda sıkıcı bir romantizmden çok aniden gelişen yakınlık duygusu ve engel olunamayan bir kavuşma arzusu mevcuttu.

Arabasıyla evimin önüne geldik. Yol boyunca tuhaf bir şekilde ellerini tutmak, boynuna dolanmak, öpücüğe boğmak gibi bin türlü fantezi geçti aklımdan. Adama bu kadar yakınken uzak kalabilmek imkansızdı. Acaba ten çekimi dedikleri durum bu muydu? Merakımı gideremediğim konulardan biriydi bu ten çekimi. Örneklerle anlatıldı çok defa; yok efendim dokunmadan duramıyormuşsun da ter kokusu bile çiçek kokusu gibi geliyormuş da seks yaparken normalden on kat daha fazla zevk alınıyormuş da muş. Anlatılanların yanından geçen bir durum yaşamamıştım. Hayatımda her şey abartısızdı. Onur’a kadar.

İşte bir başka stresli an daha gelmiş çatmıştı. Evimin önünde arabada durmuş birbirimize bakıyorduk. Belli ki ilk öpüşme sahnesi yaşanacaktı. O gergin anda beklenileni yapıp, gözlerini kapatıp dudağını büzmek suretiyle bana doğru yanaşsa ayıp olmasın diye karşılık verecek ama içimden de suratın çok komik görünüyor nerde o karizman diyecektim. İlk öpüşme bu şekilde olursa üstüne bir de uyum sağlanamazsa başlamadan bitecekti bu gerçek dünyadan uzak, büyülü gibi görünen ilişki. Ama beynimdeki tüm kötü tahminler, sadece filmlerde olur diye düşünülen o kareyle susturuldu. İyi geceler öpücüğü için yanağına doğru uzandım, öptüm kendimi çektim ve gözlerine baktım. Yaklaşık olarak iki saniye kadar süren bakışmanın ardından arzu ve hiddetle sarılıp öpüşmeye başlamıştık. Daha ağır, daha mesafeli, ürkütmeden, ceylana yaklaşan avcılar gibi yanaşırız birbirimize sanmıştım oysaki. Tam aksine yıllardır bu an için oruç tutmuş insanlar kadar aç, bir piyango talihlisi kadarda coşkulu ve kendinden geçmiş gibiydik. Elbette böylesine arzulu bir öpüşmenin geceyi ‘İyi geceler’ dileyerek bitirmeyeceği gün gibi aşikardı.

Yazardan tavsiyeler: Film ;Woody Allen'ın yeni filmi 'Whatever works' muhteşem
                               Kitap; Fırat Budacı 'Kendimi durduracak değilim'- Kendisini Uykusuzdan takip edenlerin okumasına lüzum yok, toplama bir kitap. Bana tavsiye eden arkadaşa tekrar teşekkürler..Sayesinde baya bi kahkaha attım.
                             Albüm: Fatih Akın'ın 'Yaşamın Kıyısında' filminin soundtracki bir harika. Bu vesileyle rahmetli Kazım Koyuncu'yu da rahmetle anarım.

18 Ekim 2009 Pazar

DİKKAT DUMANLI HAVA SAHASINA GİRİYORSUNUZ!!

Sanırım on üç yaşlarındaydım sigarayla ilk tanıştığımda. Sizlere hava atacak halim yok, “kimseden etkilenmem özgün biriyim” diye…elbette, ben de arkadaş kurbanıyım. Ben kendi halinde etliye sütlüye pek karışmayan bir ergenken, asi ruhlu, bol bol kendisinden büyük erkek arkadaşlar edinen, o zamanlar samimi olduğum, içten içe de özendiğim kız arkadaşım sayesinde başlamıştım sigaraya. Avına konsantre olmuş kaplanlar gibi biz de ailelerimizden kaçabildiğimiz her fırsatta sigaraya sarılıyorduk. Aslında o zamanlardan alışıktım ev kokmasın diye terasta kaba etim dona dona sigara içmeye. Bir de hemen diş fırçalanırdı ağız kokumuzdan çakmasınlar manzarayı diye. Öğrendiğim birkaç taktikten biri de sigaradan sonra su içmemekti. Meğer o zaman koku keskinleşiyormuş. Tabi o zamanlar bu heyecan, arkadaşla paylaşınca zevkli olduğundan, henüz paket taşımaya başlamamış yani tiryaki kıvamına gelmemiştim. Derken büyüdüm ve ilk aşkımla beraber tekrar içmeye başladım mereti.


Sigarayı hep başkalarına uyum sağlamak için içmiştim ta ki ilk aşkım beni terk edene kadar. O acıyı bilmem hatırlar mısınız? Benimkinden kurtulmam baya vaktimi almıştı. Şimdi düşününce ne kadar saf ne kadar masum ve sevimliymişim. Geceleri ders çalışıyorum diye kaçtığım çatı katında tek yaptığım sigaramı yakıp erkek arkadaşa hiç okutmayacağım sitem dolu şiirler yazmaktı. Paket taşımaya başlamam ve sigaraya gerçekten bağlanmam tam da bu sıralara denk gelir.

Her gün başka bir zevkli içim anı keşfediyordum. En klasiği yemekten sonradır. Ama keşke o kadarla kalabilse. Sigara o kadar çok şeyin yanına ya da sonrasına yakışıyor ki alışkanlık haline gelmemesi mucize. Derin muhabbetler de, içkinin yanında, Türk kahvesiyle, vapurda, sinirlendiğinde, seviştikten sonra, denizden çıktıktan sonra, yağmurlu gecede çim kokusu eşliğinde, uzun bir yolculuktan sonra aradığım ilk şey hep o oluyor. Tabi bütün bunları yaparken yanınızda size uyuz uyuz bakıp dumanınız üstüne gelmesin diye ellerini havada sallayan ve ‘öff ya bunun dumanı da hep beni bulur’ diyerek aldığınız üç kuruşluk zevki öldürecek bir arkadaşınız olmamalı.. Ama şimdilerde düşünüyorum da tek derdim bu sevimli arkadaş olsaymış. Biz sigara içenler ‘Sigaranı da beni de yakma’ diyen çocukların katili ilan edildik. Hayır yani yasağını koy tamam da beni sayko killer ilan etmek suretiyle sigaradan vazgeçirmeye çalışmak da ne demek oluyor. Ayrıca sana ne içerim içmem bu benim seçme hakkım. Sen benim sağlığımı bu kadar çok düşünüyorsan önce hastaneleri ücretsiz hale getir. SSK kapılarında sefil olan insanlara yardım et. Bırak ben Allah’ımdan bulayım.

Neyse bu yasakların bir de bonusu olduğunu öğrenince artık hiç takmaz oldum. Hatta heyecanla kara kışı bekler oldum. Bilirsiniz bizler hep her şeyi sonradan takip ederiz. Buralarda sigara yasağı uğramamışken Amerika’da çoktan uygulamaya geçilmiş ve sağ olsunlar İngilizcelerine ‘smirting’ diye yeni bir fiil kazandırmışlar. Anlamı ise şu; biz tiryakilerin sigara içebilmemiz için kapı önüne şutlandığımızda bizim gibi tiryaki olan karşı cinslerle tanışıp kaynaşma imkanı elde ediyormuşuz. Artık buna Türkçe bir ifade ediş şekli bulmak lazım diye düşünürken bir de baktım zaten öz Türkçe konuşan kalmamış. Bence başka dillere gelene kalana kadar İngilizcenin ikinci resmi dil ilan edilmesi gerekiyor artık. E bu durum da yeni kelime üretmeye de lüzum kalmıyor. Smirtingimiz var kapı gibi.

Not: Bu yazı saveristanbul için yazılmıştı ama anlaşılan sigraya özendiren yazıların basında çıkması yasakmış ilginç..

17 Ekim 2009 Cumartesi

HALEN İSİM BULAMADIĞIM HİKAYEM DEVAM

BÖLÜM IV


Gözüme uyku girmiyordu. Aslında bu, çok da alışık olmadığım bir durum değildi. Her gece en az bir saat yatağı bir ucundan diğer ucuna turlamak adettendi. Bir çeşit işkenceydi aslında uyuyamamak; sabah erken kalkman gerekmektedir ancak bir türlü uykuyu yakalayamazsın üstelik uykudan kaçan her dakikanın sabah aleyhine kullanılacağının da farkındasındır. Kafasını yastığa koyduğu anda uyuyabilen insanlara hep imrenmişimdir. Ama bu seferki uykusuzluk halim farklıydı.

Her zaman planlı hareket etme saplantılıydım. Öylesine bir saplantıydı ki bu planlarım daha iyi bir hale dönüştüğünde bile saçma bir şekilde sinirlenmekten kendimi alamıyordum. Her şey kafamda yarattığıma uygun olmalıydı ama çoğu zamanda olmazdı. İşte yine aklımın ucundan dahi geçmeyen her şey başıma gelmişti. Kontrol benden çıkmıştı ve bu durum beni aşırı derecede huzursuz ediyordu.

Bu sabah yine sürünerek kalkmıştım yatağımdan. İçimde itiraf etmek istemesem de Onur kaynaklı heyecanla coşku arası kıpırdanmalar vardı. Böyle hissettiğim günlerde özellikle güzel giyinir ve kendime mükemmel bir makyaj yapardım. Hele de akşama onu görmem söz konusuyken bu tarz ayrıntıları atlamam mümkün değildi. Gerçi bir yandan bu hisler yüzünden kendimi azarlamaktan geri kalmıyordum. Nedir yani olay bu kadar heyecana sebep olacak. İşe geldiğimde herkesin aksine bende pazartesi sendromundan eser yoktu. Suratıma aptal aşık gülümsemesi yapışmıştı ve ben engel olamıyordum. Sebebini anlamadığım bir şevkle tam gaz çalışmama mola verdiğim zamanlarda Onur’un mesajını açıp tekrar okuyordum. ‘Sen oturup evde yazacak biri değilsin, nerde yazıyorsan uğrayıp sana birkaç tüyo vermek isterim.’ Allahım adama bak mesajda bile ukalalığı elden bırakmıyor. Beni nerden tanıyordu ki. Oysa düşündüğünün aksine ben evde oturup yayıla yayıla yazmayı severim. Zaten notebookunu sağda solda açıp dünyayı kurtarıyormuş gibi davranan insanlara da gıcık olmuşumdur oldum olası. Neyse sonuçta ben adamla buluşmak istiyordum ve daha ilk buluşmadan onu eve davet etmek istemiyordum. Zaten ne çektiysem hep boyumdan büyük laflarımdan çekmişimdir. Mecbur alıcaz notebooku koltuk altına, oturucaz Starbucks’a.

İş çıkışında, iş yerimin hemen altındaki alışveriş merkezine Altı Nokta Körler Derneği’nin yardım standı açtığını fark ettim. Acelem vardı, daha kuaföre gidecektim ama standın hemen yanındaki bankamatikten para çekip de yardım amaçlı bu standı görmezden gelmem mümkün değildi. En nihayetinde ben görebiliyordum, hayat benim için daha kolaydı. Artık sebebi acımam mı yoksa ben de onlardan biri olabilirdim düşüncesi miydi bilmiyorum ama stanttan bir kalem aldım ve amcanın önüne 5 lirayı bıraktım. Amca masanın üstüne iki eliyle hafif hafif dokunmaya başladı. Şaşırdım ve bir sorun mu var dedim. Amca ‘Yok, parayı bulamadım da ‘dedi. O anda başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü sanki. Ben adam optik gözlük kullandığı için görüyor sanmıştım ve parayı hemen önüne bırakmıştım. Çok utanmıştım. Parayı alıp, eline doğru uzattım ve kusura bakmayın dedim. Ama o anda asıl yapmak istediğim; bankamatikteki ek hesabımdakilerde dahil tüm paramı çekip amcanın önündeki bütün kalemleri kucaklayıp kaçmaktı. Gözlerim dolmuştu. Neden bu kadar içim burkulmuştu. Ben kimim ki amcaya acıyorum. Evet belki o göremiyor ama belki de benden çok daha mutlu bir hayat yaşıyor. Birileri benim sahip olduğum şeylere sahip değil diye neden üzülüyorum. Derler ya ne olursan ol ne yaparsan yap içinde huzur yoksa asla tatmin olamazsın. Belki o eksik hissetmiyordu kendini. Belki de onlara kendilerini eksik hissettiren bizleriz. Tüm bunlar aklımdan geçerken kendimi kuaförün önünde buldum ve düşüncelerin yerini hızla heyecan aldı.

Onur’a söylediğim gibi Caddebostan Starbucks’ta yerimi aldım. Abartısız ama bakımlıydım. Normalde iş çıkışı berbat görünürüm. Saç baş dağılmış, makyajım akmış olur. Açtım önüme notebookumu ama yaz yazabilirsen. Sürekli etrafı kolaçan ediyordum. Kapıdan giren herkese bakıyordum. Tabi ki her birinin giyimi, saç kesimi, duruşu itinayla tarafımdan eleştiri yağmuruna tutuluyordu. Tanrım neden insanları olduğu gibi kabul edemiyorum. Ne var yani herkes benim zevkime göre mi giyinecek. Bırak kadın moda kurbanı olsun berbat kombinasyonlarla dolaşsın ya da o yeşile çalan sarı saç rengiyle kendini güzel sansın sana ne. Neden Starbucks dedim ki ben Türk kahvesi dışında kahve sevmem ki. Onu da o kadar kötü yapıyorlar ki içerken suratım kesin şekilden şekile giriyordur. Tam iki saat geçmişti aradan ve içeri giren yaklaşık 185 kişiden biri malesef Onur değildi. Defalarca telefonumu ve facebookumu kontrol etmiştim ama gelemeyeceğine dair bir mesaj yoktu. İlk önceleri sakindim ama zaman geçtikçe sinirleniyordum. Birinin geleceğim diye söz verip ardından gelemeyeceğini haber vermemesi büyük bir düşüncesizlikti. Umarım hastanesindir Onur yoksa bu yaptığınla o çok meraklı olduğun gül yüzümü asla göremeyeceksin. Çok saçma ama insanın aklından bunlar bile geçebiliyor işte. Ego tuhaf bir şey. Beni nasıl ekebilir. BENİ!! Halbuki ben ego denen içimdeki düşmandan hızla kurtulmaya çalışıyordum. Üstelik bu kurtulma çabası okurken her kelimesine katıldığım Eckhart Tolle’nin Var Olmanın Gücü kitabıyla daha da biliçlenmişken şimdi nasıl olurda aptal egonun esiri olurdum. Tüm bu çözemediğim matematik denklemi kadar zor sorunlarımla kendimi eve taşıdım.

Hala uyuyamıyordum. İşin kötüsü artık gözlerimi de kapalı tutamıyordum. Yavaşça yön değiştirmek isterken Onur beni kendine doğru çekti ve sıkıca sarıldı. Boynuma küçük bir buse kondurdu ve ‘Uyuyamıyor musun’ diye sordu. Ağzıma binlerce sözcük dizelendi ama hepsini yuttum ve sadece‘Evet’ dedim. ‘Yorma artık kafanı, bırak kendini şimdimiz var sadece’ dedi. Bu da ne demek oluyor? Sanırım beni delirtmek istiyordu. Benim gibi bir kontrol manyağı iki saat önce öldürmeyi düşündüğü adamın kollarında ve şu an olduğu gibi yarın da adama nasıl davranacağı hakkında en ufak bir fikri dahi yok. Bu adam benim sevgilim miydi artık yoksa bir gecelik mi olacaktı bu ilişki. Bunların hiçbirini planlamamış ve anı yaşayan bir adama zincirlerimi teslim etmiştim. Nasıl geri alacaktım?

Bu yazıyı (-de -da) ayrımı manyağı sevgili arkadaşlarıma ithaf ediyorum.

Gecenin şarkıları : Urban Species- Blanket
 Gotan Project-Last tango in Paris

3 Ekim 2009 Cumartesi

BİR HİKAYE DENEMESİ-DEVAM

BÖLÜM III

Cumartesi gecesi Özge’yle Asmalı Mescit’e doğru yola çıkmıştık. Asmalı mescit son üç yıldır favori mekanım olmuştu. Salaş olmasından mı, herkese kapısının açık olmasından mı yoksa soğuğa rağmen dışarıda olmanın rahatsız etmemesinden mi bilmiyorum çok seviyordum. Köprüyü geçmiştik ve Özge hala telefonda erkek arkadaşıyla tartışmaya devam ediyordu. Özge, Ceki’yle yaklaşık olarak yedi ay önce yine Asmalı Mescitte, hiç peşlerinden ayrılmadığı için kendi arkadaş grubundan sanıp tesadüfen tanışmıştı. Çocuk, halk tabiriyle ifade edecek olursak anasının gözüydü. Dünyaya geleli tam 35 sene olmuştu ama ya bu gerçeğin farkında değildi ya da kabul etmek istemiyordu. Gece alemleri ve kız tavlama sanatında duble majör yapmış olan fırlama Ceki bizim kıza nasıl olduysa tutulmuştu. Muhtemelen kendisinde var olmayan ancak Özge’de fazlasıyla bulunan dürüstlükten ya da iyi niyetten etkilenmişti. Ne kadar çapkın olsalar da bir yerlerde hep aslında var olmayan o mükemmel kadınla tek eşli yaşama hayalleri vardır bu tiplerin. Bunları bilse de işte derler ya insan her şeyi kendinden bilir diye Ceki’de bir türlü Özge’nin onu aldatmadığından, ona yalan söylemediğinden emin olamadı. E sürekli kontrol hali boğucu olmaya başlayınca da bizim kız daralmaya başladı. Özge telefonda dakikalarca ilişkiyi daha fazla sürdüremeyeceğini anlatmaya çalışıyordu ama karşıdaki durumu kabullenemiyor, bağırıp hakaretler savurarak kendince mücadele etmeye çalışıyordu. Aslında mücadeleye değecek bir şey de yoktu ortada. Bu ikinci denemeydi ve deneyimle sabit olduğu halde kadın inadı ve hayalperestliğiyle belki değişir diye bir şans daha vermişti Özge bu ilişkiye. Kadınlar kuralları biliyor ama bilmiyormuş gibi davranarak bu vahşi atları yola getirecekleri inancıyla kendilerini kandırıyorlardı. Ama en sonunda uyum sağlamak zorunda kalan kendileri oluyordu. Durumu kabul edemeyenler ise savaş tazminatını ödeyip ayrılıyorlardı alandan.


Hararetli ve sinir bozucu yolculuk sonrası Asmalı Mescit’e ulaşmıştık nihayet. Daracık sokaklarında bir yandan yüzlerce çeşit insan ayrı telden muhabbetine devam ediyor, diğer yandan üç kuruş kazanırım belki diye sakız satan veletler, klarnet ve keman ikilisi volta atıyordu. Oturacak yer bulmak imkansızdı ama üç beş tur attıktan sonra nihayet yeni açılan mekanlardan birinde kendimize sığışabileceğimiz küçük bir masa bulmayı başarmıştık. Özge, Tanrıya şükür morali ne kadar bozuk olursa olsun durumuyla dalga geçildiği zaman gülmeyi başarabilen kendisiyle barışık nadir insanlardandı ya da ben bir kız için fazla espriliydim. Normalde facebookuna sürekli nerde ne yaptığını yazan insanlara uyuz olduğum halde bu sefer bende onlara katılmış ve Asmalı’da olduğumu yazmıştım. Meğer onlarında bir sebepleri olabilirmiş bunu da anlamış oldum. Olmayanları ise Allah’a havale ediyorum. Evet, kendime bile itiraf etmek istemesem de acımasız gerçek, nerde olduğum listemde bir yıldız gibi parlayan Onur Bey’in beni bulması için yazılmıştı. Zira aradan bir hafta geçmesine rağmen ne bir mesaj alabilmiştim ne de dürtülmüştüm. Hoş ben normalde bu kadar zamanda çoktan sıkılırdım. Hatta neden olduğunu anlayamadığım bir şekilde ortaya çıkan ve benim zombi olarak adlandırdığım eski erkek arkadaşlar ya da bir kaç yemekten sonra sesi soluğu kesilenler bile bir bir eteğime düşmüşlerdi ama benim aklım hala Onur’daydı. Onur’la ilgili olarak İtalyan Lisesi mezunu olduğu ve üniversiteyi yurt dışında okuduğu bilgileri hariç hiçbir şey bilmiyordum. Tam bir gizem adamıydı. Ne yer, ne içer nerelere gider, nelerden hoşlanır bilmiyordum. Sadece üç beş tane fotoğrafı vardı, onları da kendisi değil arkadaşları eklemişti. Belli ki çok iyi bir facebook kullanıcısı değildi. Ama her hafta listesine eklenen kocaman gözlüklü, minik şortlu ya da bikinili kızlardan anladığım kadarıyla arada güncelliyordu. Tabi ki bu durum sinirimi bozmuyor değil ama şimdilik üstünde durmaya değmez.

Bir yandan Özge’yle muhabbet ediyor bir yandan da ‘bende ordayım’ içerikli bir mesaj var mı diye facebookumu kontrol ediyordum teknoloji sağolsun. Aslında onunda Asmalı’da olması şaşırtmazdı beni. Ne de olsa bu noktaya tesadüfi karşılaşmalar sonucu gelmemiş miydik? Aradan saatler geçmişti ve benim artık Onur’dan mesaj var mı diye kontrol etmeme lüzum kalmamıştı. Çünkü kendisi kalabalık bir grupla tam karşımda duruyordu. O anda gözlerime inanmak istemedim, başka bir yerde olmayı ve bu gerçekle hiç karşılaşmamış olmayı diledim. Özge’ye ‘Kalkalım, sıkıldım.’ derken, çoktan neyim varsa çantama tıkıştırmış ve ayaklanmıştım bile. Kızcağız ne olduğunu anlayamadı, direnmeye çalıştı. ‘Anlatacağım yolda hadi kalk’ dedim ama geç kalmıştım. Onur beline sarıldığı fashion Tv’den fırlamış gibi görünen kızı bırakıp bana doğru ilerlemeye başlamıştı bile. Kızın bu kadar güzel olmasına mı hayıflanayım yoksa kız arkadaşı olmasına uyuz olayım karar vermeme gerek yoktu. İkisi de birbirinden beterdi. Görmemiş gibi yapıp ilerleyecektim ama kolumdan tuttu ve ‘Ne o kaçıyor musun’ diye sordu. Şok geçiriyordum ve genelde yok hayır her zaman böyle durumlarda söylenebilecek en aptalca şeyi söylerdim. Şaşkın bir ifadeyle biraz durakladıktan sonra ‘Evet bir arkadaşıma sözüm var’ dedim. Gece olmuş saat üç ve benim bu saatte birine sözüm var, bu saatte ne sözü verilir. Ne vardı sanki evet geç oldu desem, birine sözüm var da neyin nesi, nerden çıktı. Kendimi bile şaşırtabiliyorum bu da ilginç yetenek. Benim aksime Onur, bir türlü Türkçe karşılığını net olarak bulamadığım cool kelimesine tam bir örnek oluşturuyordu. Kulağıma doğru eğildi, beni de kendine iyice yaklaştırdı, nefesi ve sıcaklığı midem dahil bütün vücudumu ele geçirirken ‘ Yazıyormuşsun, bu haftanın konusu nedir’ dedi. Ağzım açık kalmıştı. Adam benimle ilgili normalde bilmemesi gereken ayrıntıları biliyordu ve bunu göstermekten çekinmiyordu. Benimle ilgileniyorsa neden mesaj atmıyordu, neden benimle değil de bu kızla geziyordu. İşte beni tavlayan da bu ikilemler ve tutarsızlıklardı. Titrekliği bırakıp kendime gelmeliydim. En az onun kadar cool olabilirdim ben de. Vücuduma söz geçirip kendimi zarif bir şekilde uzaklaştırarak ‘Erkeklerin tek eşli olmayı becerememeleri!!’ dedim. Yüzüme baktı ve birazda alaycı bir havayla ‘Sana bu konuda yardımcı olabilirim’ dedi. Daha fazla kendimden emin görünecek halim kalmadığından nazikçe güldüm ve ‘Neden olmasın, iyi geceler’ dedim ve meraklı bakışlarla bizi izleyen Özge’yi de kaptığım gibi olay yerinden uzaklaştım. Ertesi gün bir hafta gecikmeli bir yeni mesajım ekrandan bana bakıyordu.

gecenin şarkıları :James- Say something
                         The White Stripes-I just don't know what to do with myself

30 Eylül 2009 Çarşamba

ERKEKLER-KADINLAR

Kivanc C.September 29 at 4:16am
Hahaha, veriim aslan. Uzerinde hizli hareketler yapilacak seyleri sende seversin
YA beni seni tanidigini belirten Gozde G. diye bir kiz buldu asw'de. Mesaj email falan. Ne is? Kimdir?

Mehmet E. September 29 at 9:33am
7tepede okurken tanıştığım bi kız. boşa vakit kaybetme derim. gösteripte vermeyen cinsten.

Kivanc C. September 29 at 4:39pm
Anlasildi.
Peki guzel mi en azindan? Bana vucudum guzel oram guzel buram guzel ayaklari yapiyor?

Mehmet E. September 29 at 4:42pm
burnu yamuk ama vucut iyi . her daim s.kilir

Kivanc C. September 29 at 4:43pm
Hahahhaa!
Biz erkeklerin komunikasyonunun etkililigine bak. Tek bir mesajda bilmem gerekenleri aktardin.

Yukarıdaki msn muhabbetini yakın arkadaşlarımdan Mehmet gönderdi. Okuyup gülmem için. Evet ilk okuduğumda çok güldüm ama sonradan bi kaç şey baya bi kafamı kurcaladı.

Bir kere bu konuşma, erkekler arasında geçen muhabbete en güzel örneklerden biri. Evet ben şanslıydım; her daim gerek samimi erkek arkadaşlarım gerekse erkek kardeşim, bana karşı cinsin kadınlara bakış açısını çok net  yerleştirmişlerdi. Zaten benim az sonra gösterceğim tepki erkeklere değil aksine kızlara olacak.

Şimdi muhabbete konu genç kızımız Kıvanç arkadaşımıza vücudundan bahsetmiş uzun uzun anladığım kadarıyla. Mehmet'e göreyse bu kız cilve yapıyor ama sex yapmıyor. Benim kafa karışıklığım da tamda bu noktada başlıyor zaten. Kızım sen madem sex aramıyorsun ne diye vücudunu falan anlatıyorsun. Hayır amacın doğru düzgün ilişki  yaşamaksa o zaman anlatmıcaksın vücudunu, kafanı göstericeksin. Ha dersin ki ben sex yapmak istiyorum o zaman da adam gibi yapıcaksın. Hoş ben kadınların erkekler gibi sex yapabileceğine de inanmıyorum. Kaldı ki bu düşüncemi Haydar Dümen abimiz de doğruladı. Geçen gün Teke Teke konuk olmuş, hararetle bişiler anlatıyordu. Konuyu bir de uzmanından dinleyeyim dedim. Haydar abimize göre erkeklerde çapkınlık geni varmış. Yani erkekler içgüdüsel olarak döllerini etrafa dağıtmaya programlıymış. Ve bu gen olmasa dünyada bir milyardan fazla insan hayatta kalamazmış. Bu hocanın iddiası ben bilemem. Herneyse Fatih Altaylı'da dediki 'Peki hocam kadınlarda aldatıyor, onların sebebİ nedir?' Hocam dedi ki 'Kadın seviliyorsa, kendini güvende hissediyorsa asla aldatmaz. Hiç sex yapmadan hayatına devam da edebilir. Ama kadınlar 30'larına geldiklerinde annelik hormonları en üst seviyeye çıkar. Bu dönemlerde kadınlarda döl arayışına geçer. Sadece bu dönemlerde sex ihiyaçları fazlalaşır.' Ha şöyle Hocam ya sen çok yaşa. Kadınlar en azından tamamen saf bi amaçtan dolayı sex istiyorlarmış, onu da ancak hayatının belli bi dönemindeyken.

Konuya geri dönecek olursak; sözüm sanadır yamuk burunlu genç kızımız. Erkekler sex düşkünü olabilirler ama onları bağlamanın yolu burdan geçmez. O kadar da aptal değiller. En iyisimi sen bu muhabbetlere bir son ver de kendine saygını kaybetme, yoksa kim ne düşünürse düşünsün sana ne...

Gecenin şarkıları: MFÖ- Arayıp sormasanda
                           Bedük- My Woman
Şu anda ışınlamak istediğim yer: Egemde bir sahil kasabası

29 Eylül 2009 Salı

BÖLÜM II

Arda, hayatıma neden sevgilin yok sorularından sıkıldığım bir dönemde girmişti. Daha net olmak gerekirse tamamen boşluktan ve ihtiyaçtan. Zaten yanlış yollara da hep bu dönemlerde girilir. Arkadaşlarımdan birinin doğumgünü partisinde tanışmıştık. Klasik işte, kadın güldüren erkeğe dayanamıyor. Meğer esprileriyle içi boş ukalalıklarını kapatıyormuş. Nitekim ne mal olduğu bir kaç hafta sonra bir yandan elimi tutarken diğer yandan da arkadaşıma asılınca anlaşıldı. Hayır tamam erkeklerde çapkınlık geni varmış kabul ettik de bu gen benim yanımda ortaya çıkabilecek kadar nasıl edepsiz olabilir onu anlamış değilim. Anlamak zorunda da değildim. Anında üç ton ağırlığındaki tekmemi yemişti.


Kısa bir geriye dönüşün ardından kendimi köşe bucak saklanır halde bulmuştum. İri Yarı insanların, kapı pervazlarının arkasına sığınmaya çalışırken Ceren ‘N’apiyorsun Allah aşkına’ diyerek irkilmeme sebep oldu. Evet gerçektende n’apıyordum. ‘Ceren, Arda’yı gördün mü bak orda’ dedim. Ceren şöyle bir bakındı ve ‘Aa pislik herif orda n’oldu ondan mı saklanıyorsun saçmalama’ dedi. Meraktan çatlamamak adına Ceren’e ‘Ya onun yanında ki şu buğday tenli kısa saçlı çocuk kim tanıyor musun?’ diye sordum. Şöyle bir gözlerini kıstı, inceledi ve ‘Onur bu ya facebookumda var görmedin mi hiç?’ Hay senin facebookuna işim gücüm yok beş yüz tane arkadaşına bakacaktım demek geçti içimden ama onun yerine’ Neyse işte sen anlat kimdir neyin nesidir?’ dedim. Ceren bir anlığına uzaklara gitti geldi ama eli boş döndüğü de her halinden belliydi. ‘Ya Hakan’ın liseden arkadaşıydı sanırım beraber raftinge gitmiştik. O da vardı. Kendi halinde görünüyordu aslında. Yani bizim çocuklar gibi piçlik yapmıyordu. Biraz gizemli bir havası vardı. Çok konuşmamıştı ama ortama da çok iyi uyum sağlamıştı. Hakanlara göre o gizli piçlerdendi. Başka bir şey hatırlayamadım canım ya’ dedi. Açıkçası bu yüz ifadesinden bu kadarını bile beklemiyordum, şaşırdım. Halbuki asıl şaşkınlığı az sonra iki çift gözü bana bakarken yakaladığımda yaşayacaktım. Aynı anda Arda ve Onur bana bakıyorlardı. Arda hangi yüzle bilemiyorum, bana selam veriyordu ve ben gözüne araba farı yemiş kediler gibi donakalmıştım. Kafamı çevirip kendimi holün sonundaki banyoya atıvermiştim. Banyoda bir yandan ağzıma bir havlu bastırıp çığlık atarken bir yandan da deli gibi zıplıyordum. Allahım bu bana ceza mı? Dünyam bu kadar küçük olmak zorunda mı? Neden bunlar birbirini tanıyor ki? Acaba ben mi çok erkek tanıdım. Bu çocuğun bakışları neden bu kadar içime işliyor, daha onu tanımıyorum bile. Evet aşırı tepki gösteriyorum. Kendime gelmeliyim. Üstümü başımı düzelttim, makyajımı tazeledim ve kendimi dışarı bir hışım atmamla beraber onunla çarpışmam bir oldu. Kollarımdan tuttu ‘İyi misin?’ diye sordu. Bacaklarımı kesinlikle hissetmiyordum ve nefes almayı unutmuştum ama ‘Çok iyiyim’ diyerek koşar adım olay yerinden uzaklaştım. Kendimi giriş kapısının önünde buldum. Nasıl bir çıkışsa Ceren’i falan unutmuştum. Hatta eve nasıl ulaştığımı dahi hatırlamıyordum. Sıcak bir duş alıp yattım.

Ertesi gün Tanrı’ya şükür bomboş bir beyinle uyandım. Pazar sabahları yalnız kahvaltıya dayanamıyordum. Hiç bir arkadaşımı bana gelmeye ikna edemedim. Tamam yemek yapamıyorum ama iki yumurta çırpmasını da biliyoruz yani. Sinir olsam da acıkmıştım ve karşı davetlerden birini kabul ettim. Kapıyı Sanem açtı. Her zamanki gibi muhteşem bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı ve biz yine her zamanki gibi Sanem’in kocasının masaya teşrif etmesini sabırla bekledik. Hayatımda bu kadar ağır hareket eden birini görmedim. Hani kadınlar evden çıkamaz derler ya yanlış, Gökhan evden çıkamaz. Kaç gece süslenip püslendikten sonra saatlerce Gökhan’ın evden çıkmasını bekledik hatırlayamıyorum. Sanem nasıl dayanıyor, kızda nasıl bir sabır var, imreniyorum doğrusu. Kahvaltıdan sonra masayı toplarken Sanem ‘Eee nasıldı dün gece hoş tipler var mıydı?’ diye sordu. İçimden çok anlatmak istesem de olmayacak bir iş için neden çenemi yorayım dedim kendi kendime ve ‘Vardı aslında hoş birileri ama benim keyfim yoktu, erken ayrıldım’ deyip sıyrıldım. Televizyon Gökhan Bey tarafından işgal edildiğinden bilgisayarı aldım kucağıma. Biliyordum, hatta eminim Onur denen çocuğu kesinlikle istemiyordum ama merak etmekten de kendimi alamıyordum. Facebook’a giriş yapıp, Ceren’in sayfasından Onur’u bulacaktım ama o benden önce davranmıştı. Bir yeni arkadaş teklifim bana bakıyordu. Yanıma gelip konuşmaya gelince cesaret gösteremiyoruz ama Facebook’tan arkadaşlık teklif edebiliyoruz. Neyse demek ki o da beni merak etmişti. Yalnız değildim bu konuda. Hemen eklemek istemedim. Biraz beklesin, bende bu arada onun sayfasını rahatlıkla inceleyeyim derken dumura uğradım. Adi yaratık limit koymuş. Artık ağırdan alacak bir sabrım yoktu hemen ekledim.


Gecenin şarkıları : Duman-Oje
                            Nouvelle Vague- İn a manner of speaking

21 Eylül 2009 Pazartesi

BİR HİKAYE DENEMESİ

Bu hikayedeki kahramanlar ve olaylar tamamen benim hayal gücümle ortaya çıkmış olup gerçekle yakından veya uzaktan alakaları yoktur.

BÖLÜM I

Bir yaz gecesi.... İçine çektikçe daha da güzelleşen hava ve tüm güzelliğini usulca teşhir eden bir kadın gibi görünen İstanbul.... Bu mekanı bu yüzden bu kadar çok seviyordum sanırım. Yukardasın, dört bir tarafın alabildiğine İstanbul’a açılıyor, kulağında sevdiğin şarkılar ve favori içkin yanı başında. Başka ne bekleyebilirim güzel bir geceden. Tam da bu şehre aşık olmamak elde mi diye düşünürken yanımda olduğunu bir anlığına unuttuğum Pelin ‘Off ya erkekler aramamayı nasıl beceriyorlar? Sence arasam mı?’ diyerek varlığını hatırlatıverdi. Ben ne diyebilirim ki şimdi kıza. Yani arama desem bütün gece başımın etini yiyecek ’acaba nerde şimdi, n’apıyor, neden aramıyor beni ya’ gibi cümlelerle. Ara desem, çocuk açmasa hele bir de geri dönüş de yapmasa vay halime gecem hepten rezil olacak. Ben bu açmazdayken birden onunla göz göze geldim. Ağzımdan kelimeler dökülüyordu dökülmesine ama ne dediğimin farkında bile değildim. Biriyle bakışmayı oldum olası beceremediğimden kaçamak bakışlarla beni izleyip izlemediğini kontrol etmeye çalışıyordum. İsmini o zamanlar henüz bilmediğim bu adam; buğday rengi teniyle, yeşille ela arası gidip gelen gözleriyle, tam istediğim gibi mükemmel görünen damarlı elleriyle, yine tam benim sevdiğim gibi Bruce Willis modeli alnıyla gerçekten de beni süzüyordu. Bir yandan kaçamak bakışlar atarken bir yandan da içten içe merak ediyordum gelip benimle tanışmak için acaba nasıl bir bahane uyduracaktı. Zaman akıyor, Pelin hala aralıksız yakınıyor ve ben bu adamdan gözlerimi kaçırmayı becersem de aklımı alamıyordum. Her zaman hayret etmişimdir; bir insanla sadece göz göze gelmekle nabız sanki 100 metre koşusundan çıkmış gibi nasıl yükselebilir. İlk aşkım beni terk ettiğinde anlamıştım neden kalple sevildiğini. Sadece kalbin ağrıyor çünkü acı çekerken, nefes alamıyorsun ve sanki üstüne bir ton yük bırakılmış gibi hissediyorsun. Acaba aşık mı olmuştum? Aşk neydi ki? Nasıl bir şey, tepkileri, etkileri neler? Tanrı gibi o da sanırım. Elle tutulamıyor ama hissediliyor. Tanımlarını da net olarak yapamamamız ya da varlıklarından arada kuşku duymamız da bu yüzden mi acaba? Kafamda ufak bir karmaşa yaşarken birden fark ettim ki bu adam hala benimle tanışmak için herhangi bir hamlede bulunmamıştı. E o halde ben neyin savaşını veriyordum ki? Adam belli ki beni izlemek dışında bir şey yapmayacak. Belki cesaretsizliğinden belki evli olmasından Tanrı bilir sebep ne ise artık ben ilgilenmiyordum onunla. Bütün gece bana gelmesini beklemek yerine Pelin’in yakınmalarına çare bulmayı tercih ederim. Hem tanışsa ne olabilirdi ki; muhtemelen gecenin ilerleyen vakitlerinde beni kendi evine masum bir kahve içmeye davet edecekti ve ben bu parantez arası masum olan daveti hafif çakır keyif olmama rağmen nazikçe ve büyük bir hayal kırıklığıyla reddedecektim. Eğer erkek kadını tanışır tanışmaz evine davet ediyorsa kusura bakmasın yahut inkar etmesin kimse ama tek derdi gerçekten sadece o geceyi hoş bir kadınla geçirmektir. Elbette istisnalarımız mevcuttur ama benim için şehir efsanesinden öteye geçemezler. En nihayetinde böyle bir hayal kırıklığı yaşamak yerine ben, onu görmezden gelmeyi seçtim. Kimi kandırıyorum ki? Daha fazla bu acıyı yaşatamazdım kendime ve Pelin’e ‘Hadi artık gidelim belli ki senin de keyfin yok’ dedim ve mekanı terk ettik. Eve nihayet ulaşmıştım. (Nedense dönüşler her zaman gidişlerden daha uzun sürüyormuş gibi gelir bana) Makyajımı temizleyip dişlerimi fırçalayacak gücü kendimde zar zor bulup da yastığa kafamı koyduğumda klasik hesaplaşma seansım da başladı. Acaba o kadar erken ayrılmasa mıydım mekandan? Ne de olsa sadece bir bakışla yakaladığım bu heyecanı her Allah’ın günü hissettiğim yoktu. Amann altı üstü bir bakışma yani adam tam aradığım gibi olsa da ne yaşandı ki öffff yeter uyuyorummm.

Ertesi gün tıpkı dolabımda hiç giymediğim ama atmaya da kıyamadığım kıyafetlerimden biri gibi olan arkadaşım Ceren’in yaklaşık olarak on beş gün önceden ‘kimseye söz verme bu partiye kesin gideceğiz’ diyerek rezervasyonunu yapmış olduğu gece için istemeye istemeye hazırlanmaya başlamıştım. Yani sırf Ceren eski ama bir türlü unutadığı erkek arkadaşını görecek diye tanımadığım insanların evine alakasız şekilde gidecektim. Yeni insanlarla tanışacak, yapmacık muhabbetler yapacak bir ruh halim kesinlikle yoktu. Ama söz ağızdan çıkmıştı bir kere. Ne uydursam da kızın canını sıkmadan cayabilsem diye düşünürken telefonum çaldı. ‘Otuz dakika sonra seni Nişantaşı’ndaki Starbucks’ın önünde bekliyorum byeee’ dedi Ceren. Salına salına somurtkan suratıma sevimli maskemi geçirmek suretiyle çıktım evden. Evet Ceren aynen söylediği yerde beni bekliyordu. Hızlı adımlarla o da bana doğru yürümeye başladı ve ‘Ya nerde kaldın ağaç oldum hadi geç kalıyoruz çok heyecanlıyım sence görünce nasıl davranmalıyım’ dedi. O sırada benim aklımdan geçenler !’^2^+&/()=????%& ‘dan ibaretti ama ben tabi ki her zamanki klasik cümlelerimden bir kaç tane savurdum. Normal ben oturup saatlerce konuşup ona ne yapması gerektiğini anlatırdı. Ama zaman geçtikçe anladım ki benim sözcüklerim sadece uzayda başı boş şekilde dolaşıyorlar. O zamandan beri hem kayıtsız kalıp karşımdakini üzmeyen hem de beni saatlerce sürebilecek konuşmalardan kurtaran harika cümleleri kullanır olmuştum. Derken sokağa kadar taşan müzik seslerinden anladım ki parti evimize ulaşmıştık. Kapıyı tarzından kesinlikle reklam şirketlerinden birinde çalıştığına emin olduğum esmer, uzun boylu ve sporu severek yaptığı her halinden belli hoş bir adam açtı. Sıkılarak gelmiştim ama açıkçası bu karşılama oldukça hoşuma gitmişti. Kısa süren holü atlattıktan sonra oldukça büyük ve zevkli döşenmiş salona doğru ilerledik. Klasik Nişantaşı evlerinden biriydi, yüksek tavanlar eski ama bakımlı kapılar, büyük pencereler ve hafif gıcırdayan ahşap zemin. Partiyi veren masraftan kaçınmamış, gece için catering firması ve bir de dj ile anlaşmıştı. İçeride orta yaşlarına yakın ve orta yaşlarında olan bir kalabalık bulunuyordu. Etrafı usulca süzerken Ceren ‘Nasıl pişman mısın geldiğine? Aaaa bak işte orda Hakan hay Allah’ım n’apıcam selam versem mi?' dedi. Kafamı işaret ettiği yöne doğru çevirmemle gözlerimin yerinden fırlaması bir oldu. İşte ordaydı tam karşımda duruyordu. İşin berbat yanı ise onun ve beyin hücrelerimi geçici olarak kaybettiğim bir dönemimde kısa süreliğine beraber olma gafletinde bulunduğum geri zekalının önde gideni Arda’nın muhabbet halinde olmalarıydı. İşte şimdi asıl ben ne yapacaktım??

gecenin şarkısı: Bliss-Long life to you my friend

18 Eylül 2009 Cuma

gece

Özlemişim gecelerimi... biraz sessizliğin, biraz yalnızlığın ve telaşsız zamanın keyfini.. Belki de en çekici yanı budur gecenin.. şehrin nabzı yavaşlar, stres yerini dinlenmeye bırakır...yakalaman gereken birşey de yoktur..birçokları uyumuştur ve gece tamamen senindir..
Evet itiraf ediyorum ben gündüzü yaşamaya zorlanan bir gece insanıyım..

gecenin şarkısı : Gossip-Heavy cross

12 Eylül 2009 Cumartesi

AKLIM KARIŞTI

Yıllardır Pedro Almodavar’ın ve Ferzan Özpetek’in filmlerini takip ederim. Onların gay bakış açısına hakimdim ama hiç birinden bir Ang Lee filmi olan Brokeback Mountain kadar etkilenmedim. Bu durum ne oyuncuların müthiş performansından ne de yönetmenin tarzından kaynaklanıyordu. Bu tamamen senaryonun beni GAY-HETERO kimlik çatışmasını irdelemeye itmesinden kaynaklanıyordu.

Diğer filmlerde gay olarak addettiğimiz delikanlılar sapına kadar gaydiler. Yani durum çok netti. Onlar bu şekilde doğmuşlardı ve bu kabullenebileceğimiz bir durumdu. Oysa Brokeback Mountain’da ise kafa karıştırıcı ilişkiler yumağı mevcut. Filmde kahramanlarımız bir yandan evliliklerini sürdürmeye çalışırken diğer yandan da birbirilerine olan aşklarını her yıl balığa çıkma adı altında yaşamaya devam etmektedirler. Birinin evliliğinde geçim sıkıntısı sebebiyle yaşanan gerginlikler, diğerinin evinde ise iç güveyi olmanın verdiği eziklikten kaynaklanan gerilimler yaşanmaktadır. Delikanlılarımız tüm bu kabuslardan birbirlerinin kollarında arınmaktadırlar. Kahramanlarımızın eşleri ise; para odaklı, gösterişi seven, sürekli talepte bulunan kısaca erkeklere hayatı zorlaştırsın diye dünyaya gelmiş iki klasik kadındılar. Benim soru işaretlerimden biri de tam bu noktadan itibaren başlıyor. Duygusal olan biz kadınlar değil miydik? Ota boka ağlayan, vicdanlı olan, sevebilen ve sevgisini gösteren biz değil miydik? Düşünüyorum biraz genel olarak kadınları, sonra kız arkadaşlarımı, onların ilişkilerini, neler istediklerini, neden mutsuz olduklarını...Evet kadınlar seviyor ama duygusal değiller aslında. Hep bir beklenti mevcut ilişkilerde yahut evliliklerde. Bir evimiz varsa ikincisi olsun, çocuğum en iyi okula gitsin, tek taşım olsun, daha çok paramız olsun, daha çok ilgi göstersin, doğum günümde çiçek alsın...bu liste uzar gider. Kadın bir erkekte aradığını bulamıyorsa, beklentileri karşılanmıyorsa ne kadar severse sevsin arkasına bakmadan çeker gider. Erkek o vakitten sonra sürünse de artık çok geçtir. Karar verilmiştir ve dönüşü yoktur. Hatta acımasızca gelecek biliyorum ama çoktan yeni birini bile bulmuştur. Hoş bir çoğu da bulmadan bırakmaz zaten. İşe bir başka açıdan baktığım da ise; bu kadar talepkar bir karşı cins olmasaydı dünya da ileri seviyede bir medeniyete ulaşamazdı diye düşünüyorum. Yani dünyada sadece erkekler yaşıyor olsaydı eminim futbolu yine bulurlardı ama mağarada yaşamaya da devam ederlerdi. Kadın, bitmek bilmeyen talepleriyle tüm bu teknolojinin, lüksün hatta ekonominin oluşmasında inanılmaz derecede büyük bir itici güç olmuş bana kalırsa ..

Ben yine konudan saptım. Neyse filme dönecek olursak şimdi bu delikanlılar gay midir yoksa sadece karısının dırdırından, yaşam kavgasından, sorumluluklardan sıkılıp huzuru birbirlerinde mi bulmuşlardır? Yani bir erkek hem kadını hem de erkeği aynı zaman diliminde çekici bulup cinselliği her ikisiyle de yaşayabilir mi? Buradan başka bir filme Vicky Cristina Barcelona Barcelona’ya gidiyorum ve filmden küçük bir alıntı sunmak istiyorum. Cristina arkadaşlarına bir kadınla olan sevişmesini anlatıyor. Bunun üzerine arkadaşı ‘ne o şimdi de lezbiyen mi oldun ‘ diye soruyor. Cristina ise cevap olarak ‘etiketlerden hoşlanmıyorum ben Cristinayım, o an onu hissettim ve yaşadım’ der. Bu durumda karşındakinin illaki kadın ya da erkek olması gerekmiyor cinselliği yaşamak için. Ne olursan ol her zaman diğer tarafa duygusal hisler besleme şansın var yani? Bu mudur? Anlamadım, çıkamadım bu işin içinden..??? Bana kalırsa herkes yerini bilsin, ordan oraya zıplamasın. Gay gayliğini bilsin, hetero da heteroluğunu!!

6 Eylül 2009 Pazar

ŞAŞIRMAK

En sevdiğim duygudur kendisi. Neden mi?
Her sabah alarmım aynı saatte çalmaya başlıyor. Beş dakika beş dakika daha, hiç olmadığı kadar çekici görünen yatağımı sonradan geç kalma paniğine kapılmamak adına terk ediyorum ve banyoya atıyorum kendimi. Bir yandan dakikaların hızıyla yarışıyorum bir yandan o günkü psikolojime uygun giyinmeye çalışıyorum. Bir bardak ılık suyumu içip servisi kıl payı kaçırmamak için topukluların üstünde zıplaya zıplaya koşuyorum. Servise biniyorum aynı sıkıcı yüzler, aynı güzargah... Uzun bir kahvaltı faslı sonrası aynı masa aynı manzara aynı insanlarla yeni bir iş günü daha başlıyor. Akşam yine servis, yine ev, sıcak bir duş biraz müzik biraz kitap ve uykuya birinci elden teslimat. Arada hiç mi değişiklik olmuyor, oluyor elbet. Bazen arkadaşlarla muhabbet bazen sinema..bazen klüp..Ama sonuç değişmiyor işte..

Uyuşturulmuş bir hayat devam ediyor. İsyan büyüyor, bazen içinde tutamıyorsun küçük sinir krizleriyle baş başa kalıyorsun. Neler oluyor bana dedikten sonra psikoloğa gitmeye başlıyorsun. İçindeki anlamlandıramadığın sıkıntıyı, o bulsun çıkarsın diye bir ümit her seans devam ediyorsun. Sonunda ise arkadaşlarına bol bol geyik malzemesiyle geri dönüyorsun. Can Yücel’in dediği gibi aslında 'bir ömrün bedeli bir ömür olmamalı' arada kaçabilmeli insan arada tüm görünmez baskılardan uzakta özgürlüğünü dünyaya haykırmalı, dizginlenemez hayvansal içgüdülerini ortaya çıkarmalı ki bu hayata katlanabilmeli, uyum sağlayabilmeli..

İşte tatminsizliklerle,inkarlarla, sorularla, çabalarla, hasır altı edilmiş duygu fırtınalarıyla dolu bir günü yaşarken, küçük farklılıklar yaratan ilhamın eserleri gelip seni bulduğunda yaşadığın coşkuyu seviyorum ben. Uzun zamandır görmediğin biri sana sürpriz yapıp beklemediğin anda karşına çıktığında.. masanda kocaman çiçek buketleri seni beklediğinde, gecenin bir yarısı arkadaşının durduk yere kapıda belirip hadi kaçıyoruz deyip seni motoruyla gezintiye çıkardığında ve rüzgar tüm vücudunu sana inat sardığında, izlediğin film hiç beklemediğin şekilde bittiğinde, aynı kişiyle aynı anda aynı şeyleri hissedip bunu aynı anda dile getirdiğinde, beklemediğin bir anda çok içten öpüldüğünde, hesap numaranda bol sıfırlı rakamlarla karşılaştığında..kısacası planlamadığın ve kontrol edemediğin her güzel sürprizde yaşadığın şaşırma duygusuna bağımlıyım ben. Böyle aşık olmuyor muyuz zaten?

1 Eylül 2009 Salı

TEKNOLOJİ CAHİLİYİM

Bu cümleyi, anneme cep telefonunundan sms atmayı bile beceremiyorsun diye sızlandığım zamanlarda sarf edeceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi herhalde. Ama şimdi kadına hak vermemek içten bile değil zira artık bendeniz teknolojinin hızına yetişemiyorum. Nitekim durumumun vahimliğini ev sinema sistemi almaya kalkıştığımda net bir şekide fark ettim.

Ev sinema sistemi hakkında en ufak bir fikrim olmadığından yanımda erkek olduğu gerekçesiyle teknolojiden de iyi anlar diyerek bi arkadaşımı daha sürükledim mağazaya giderken. İçeri girip aletlerin başına dikildik. İlerleyen zaman diliminde olayı kavramaya çalışırken anladım ki yanımdaki benden beter. Daha da beteri bir türlü benimle ilgilenebilecek bir müşteri temsilcisi bulamamam. Ben de yakın zamanda kendine ev sinema sistemi almış ve teknolojiden gaytet de iyi anladığını tahmin ettiğim bir kız arkadaşımı aradım. Gamzecim beni kırmadı, hemen geldi sağolsun. Fiyatı keseme göre bir model bulduk ve müşteri temsilcisini çağırdık.

Şimdi size biricik arkadaşım ve sonradan adının Ali olduğunu öğrendiğim müşteri temsilcisi ile aramızda geçen konuşmalardan bir kesit sunmak istiyorum.

G: Bunda blueray var mı?
A:Hayır
G:Peki Wireless var mı?
A:O da yok. Ama önemli olan ses kalitesinin iyi olması.
Bana dönüyor ve soruyor.
A: LCD'nizde optik giriş var mı?
Ben: O nedir?
G: Sesi daha net duymanı sağlayacak.
Ben: Bilmiyorum ki sormadım alırken.
A: Ne zaman aldınız LCD'yi?
Ben: ee hmm Şubatta aldım.
A: Hmm malesef o modeller katalogdan kaldırıldı. Neyse o zaman ben size bu kablodan vericem altın kaplama olsun mu?
Ben: ??=)(/&%''/^'%! Pardon siz ne'ce konuşuyorsunuz? cümlesi eşliğinde şaşkın bakışlar..
Alayla acıma arası karşılıklı gülüşmeler.
G: Kesinlikle altın kaplama almalısın ses süper çıkıyor, görüntü netleşiyor.

Sonuç ben ne olduğunu anlamadığım bir ev ses sistemini altın kaplamalı kabloları eşliğinde aldım. Biliyorum ben o anda bu aleti alırken çoktan bir üst modeli katologlarda yerini alıyordu. Bayılarak aldığım LCD'im bile bir sene geçmeden demode olmuş.

Teknoloji şaşılacak derecede bir hızla, bizleri aşmak sureyle ilerliyor.

Ben, hayal meyal hatırlasam da siyah beyaz tv izlemiş, kumandasız tvnin kumandası olmuş, en azından lise yıllarını cep telefonsuz geçirmiş (ki o zamanlar nasıl buluşuyormuşuz hala hayret ederim) biri olarak görüntülü konuşmaların yapılabildiği, kendi kendine park eden arabaların trafiğe çıktığı bir döneme uyum sağlamakta güçlük çektiğimi itiraf ediyorum.

Ne yalan söyliyeyim ben teknolojinin sağladığı kolaylıklara rağmen onun hayatımızda daha az yer kapladığı dönemleri özlüyorum. İşte bu cümle de artık iyice anneme benzemeye başladığımın ve yaşlandığımın (ya da olgunlaştığımın mı desem??) en büyük kanıtıtır. Bu da bana kapak olsun :)

30 Ağustos 2009 Pazar

FİNAL DESTİNATİON 4

Her ne kadar konusunu gayet net bi şekilde bilsem de üç boyutlu olduğunu öğrenince ilginç bir deneyim olabilir diye merak edip gittim. Siz de bilirsiniz bir serinin her zaman ilkleri en güzelleridir. Testere olsun Matrix olsun bu tarz filmlere en güzel örneklerdir. Çünkü her birinin ilkinde sizi tabiri caizse dumura uğratan senaryolarla karşılaşırsınız. Devamında ise artık neyle karşılacağınızı bildiğinizden asla ilki kadar etkilenmezsiniz. İşte bu film de onlardan biriydi. Evet konumuz aynı, evet ölümün her seride yaratıcı ama basit ve rastlantısal geliş yolları yine insanı ürpertiyor. Ama bu seferki diğerlerinden daha bir geriyordu sanki insanı çünkü üç boyut olayı filme resmen ayrı bir heyecan katmış. Genç ve yakışıklı oyuncularımızın yeteneksizliğine rağmen bence film müthiş olmuş. Şüphesiz bunda en büyük pay 3 boyutlu görüntünün. Ölüm saçan taşların, tornavidaların gözünüze doğru fırlaması cidden yerinizde irkilmenize neden oluyor. Eğer gerilmekten hoşlanıyorsanız mutlaka gidin derim. İyi seyirler şimdiden...

29 Ağustos 2009 Cumartesi

EKONOMİ BİR DE BANA CAN VERSE

Haftaiçi servise yetişme telaşıyla keyfini çıkaramadığım yatağımda bir o tarafa bir bu tarafa yayılmak suretiyle yeterince tembellik yaptıktan sonra nihayet uyanmaya karar vermiştim bu sabah. Evimde dışarıdan gelen bir dalga sesi olmadığı sürece sessizliğe dayanamadığımdan ilk iş olarak televizyonu açtım ve banyoya doğru ilerledim. Tam dişlerimi fırçalarken kulağıma 'bir gevrek simit alın ekonomi canlansın' cümlesi çalınıverdi. Merak ettim elimde dış fırçasıyla reklamı izlemeye başladım. Önce üstünde durmak istemedim. Ama gün boyunca simitçi, çiçekçi, bakkal olarak karşıma çıkan ekonomistlere artık daha fazla kayıtsız kalamadım.

Şimdi bu reklamlarla (benim anladığım kadarıyla tabi) halk, 'satın alma' yoluyla ekonomiyi canlandırmaya davet ediliyor. Özellikle herkese hitap etsin diye de maddi değeri düşük olan simitcik, minicik bir sakız ve bir adet de çiçek bu amaca alet edilmiş. Evet herkes bir simit alsın ki fırıncı da kazansın unu öğütende kazansın vs.. Eywallah güzel söylüyorlar da benim merak ettiğim bazı sorular var bilmem sizin de kafanıza takıldı mı...

1- Neden bir seyyar satıcıdan fişini dahi alma imkanı olamayan bir gevrek simit yahut çiçek alayım. Bu insanlar vergi ödüyorlar mı bir kere? Yani demek istedikleri aslında 'vergi kaçıranlardan alışveriş yaparsanız ekonomi canlanır' yahut 'siz de alın elinize bir seyyar araba vergisiz satın simidi para kazanın' mı ? Bu çiçekçi ve simitçileri zabıtalar kovalamıyor muydu? Yoksa ben mi yanlış hatırlıyorum. Bir zamanlar değnekçilere para verirdik sokağımıza park etmek için sonra belediyemiz bu işe el attı ve ispark geldi onların yerine. Acaba belediyeler şimdi de simitçilik, çiçekçilik işlerine mi başladılar??

2-Çok güzel beni hiç değilse bir sakız al da ekonomi canlansın diye davet ediyorsun da acaba merak etmiyor musun 'paran var mı' diye?? Tamam ekonomiye canım kurban ben onu hemen bi kıpraştırayım ama neyle?? Sen benim elektiriğime, benzinime, şekerime bir yılda on kez zam yap. Telefonla konuşmamdan tut, aldığım tuvalet kağıdından bile vergini takır takır kes. Hadi bunların hepsini geçtim aldığım üç kuruş maaşı sene sonuna kadar bir türlü anlayamadığım yollardan kırpa kırpa kuşa çevir. Ondan sonra bi de utanmadan masum bir simidi kullanmak suretiyle ekonomiyi canlandır diye bana vicdan yap.

İlkokuldan beri 'vergi öde sana yol, su, köprü olarak geri dönsün 'diye beynime komut veriyorsun sonra o geçtiğim köprü için içtiğim su için benden para alıyorsun. Ben maaşıma daha dokunamadan yarısını, vergi diye sağlam gitsem sağlığımı kaybedeceğim hastanelerde güya ücretsiz sağlık hizmeti alacağım , emekliliğimde üç kuruş para alacağım diye kesiyorsun ama tirilyonlar değerinde vergi kaçıranı affediyorsun. O zaman vergi kaçıranlar, isviçre bankalarında hesapları olanlar canlandırsın ben canlandırmıyorum kardeşim ekonomiyi. Almıyorum bundan sonra zorunlu ihtiyaçlarım dışında hiçbirşey.

28 Ağustos 2009 Cuma

cruel intentions

Son zamanlarda cep telefonum en vazgeçilmezim haline geldi. İletişim kurmak bir yana, sevdiğim tüm şarkıları dilediğim an dinleyerek kendimi dünyadan ve tüm gerçekliklerden koparabilme özgürlüğüne sahip olmaktan kaynaklanıyordu benim bağımlılığım.

İşte sıradan ama ayrıcalıklı hayatımın, sorgulamalarımın, acımasız eleştirilerimin, keşiflerimin içinden bir servis yolculuğu sırasında da olsa çıkabildiğim yegane anlardan birisini daha yaşıyordum bugün. Sıradaki şarkıyı bana sürpriz yapsın diye cep telefonumun keyfine bırakmıştım. Çalan şarkı The Verve’den Bitter Sweet Symphony ‘di. Sizleri bilmem ama ben bu şarkıyı ilk kez 1999 yapımı Cruel İntentions filmini izlerken dinleme şansına sahip olmuştum. Ve işte bu yüzden de aklıma hep bu şarkının çalmaya başladığı o kare gelir. Esas oğlan Sebastian ve kızımız Annette, Sebastian’ın kıymetli Jaguar’ının içinde ilk kez aşık olduklarının farkına varırlar ve onlar el ele tutuştuğu sırada kamera kuş bakışı olarak arabadan uzaklaşırken bu şarkı çalmaya başlar. Bu sahneyi bana göre özel yapan, oldukça varlıklı, karmaşık ailevi ilişkilere sahip, hayatı boyunca sevilmemiş ve sevmemiş, tek amacı skor olan halk dilinde ‘piç kurusu’ olarak da adlandırılan esas oğlanımızın ilk defa bir kıza aşık olduğu anın mükemmel bir çekim, mükemmel bir müzikle birleşmesi ve ilk aşkın heyecanını, ilk defa birinin elini gerçekten tutmanın verdiği gücü onlar kadar bana da hissettirmesindendir. Zaten filmi film yapan bu değil mi.... sizi de içine çekmedikten sonra o filmi izlemenin esprisi nedir ki... Nitekim oyuncular da kendilerini fazla kaptırmış olsa gerek bu filmin ardından evlendiler ve bir de çocuk sahibi oldular.

İşi magazine dökmek suretiyle konudan saptığım bu paragraflarda aslında tek anlatmak istediğim; her şarkının, her kokunun, her tadın bende farkında olmadan bir iz bırakmasına ve bir başka zaman diliminde beni o ‘an’ a götürebilmesine bayıldığımdı.

İnsan tuhaf yaratık, cevaplanamamış en güzel en eğlenceli en tuhaf soru....

INGLOURIOUS BASTERDS, TARANTINO VE HAYALLERİM

Pulp Fiction’ı ilk kez izlerkenki heyecanımı, sessiz kıpırdanmalarımı, hayretten bir türlü kapalı tutmayı beceremediğim ağzımı, tam yerinde giren muhteşem müziklerini, sonradan neredeyse ezberlediğim repliklerini o kadar net hatırlıyorum ki kendime şaşırıyorum. Bir film beni ancak bu kadar etkileyebilirdi. Üstelik bu film bohem bir esmer olarak karşımıza çıkan Uma Thurman’ın doğuşunu, John Travolta’nın dönüşünü ve Bruce Willis’in de sadece fırlama rollerin adamı olmadığını da müjdeliyordu. Kimdi tüm bunları bir araya getiren diye sormamak, hayran kalmamak elde değildi..Ve Tarantino artık hayatımdaydı. Film izlemeyi hep çok sevmiştim ama Tarantino’yu tanıyana dek bir yönetmenin sıkı takipçisi olmamıştım hiç. Nitekim bu takibim boşa çıkmamıştı. Filmlerinin ve senaryolarının devamı da aynı muhteşemlikle beni baştan çıkarmaya devam etmişti.

Şimdi burada adamın yaptığı tüm filmlerin her birinden ayrı ayrı etkilenmiş olsam da hepsinden bahsetmeyeceğim. Yalnız Kill Bill volume 1 ve 2 ‘ye değinmeden de geçemeyeceğim. Nitekim asıl noktam olan son filmi Inglourious Basterds’da Kill Bill’e göndermeleri aynı müziği kullanacak kadar fazlaydı. Bu adam intikam duygusuna bayılıyor. Özellikle de kadınınkine..Adam, bir kadının birikmiş kininini, içindeki tüm duygusallığı öldürmek suretiyle acısını nefrete dönüştürmesini,sabırla o günü beklemesini, o kin ve hırsla bir erkeği dahi gölgede bırakacak şekilde güçlenmesini ince ince ve büyük bir zevkle işliyor filmlerinde. Sanki kadının üstünlüğünü kendisi çoktan kabul etmiş de bunu bütün dünyaya ispatlamak istiyor. Herhalde hepimizin bildiği üzere Kill Bill1-2’nin kahramanı nam-ı değer black mamba-Beatrix Kiddo buna en güzel örnek olsa gerek.Filmin konusu tek cümleyle açıklanabilecek kadar basitti aslında ama gel gör ki içerik, çekimler, sürekli merakını ayakta tutan, tahminlerine fırsat bırakmadan flashbacklerle devam eden bir film akışı, her karakteri ayrı ayrı mercek altına yatıran kareleri insanı aynı filmi sıkılmadan defalarca izleyebilecek kadar etkiliyor. Buraya kadar her şey harika ama aynı esintiyi yaratmak istediğini tahmin ettiğim Inglourious Basterds’da ne yazık ki aynı etkiyi yakalayamamış. Hani akşam yemeğine çok önemli bir konuğunuz vardır ve siz her şey mükemmel olsun istersiniz üstelik bunun için elinizde tüm malzeme ve imkanlarda hazırdır ama yemekler tuzsuz olmuştur. Üstelik sonradan konan tuzda aynı tadı vermez. Bu film de biraz öyle olmuş gibi geldi bana. Halbuki çekimlerine başlandığını duyduğumda üstelikte bana göre Tanrı’nın kadınlara bir kıyağı olan Brad Pitt’inde başrolde oynayacağını öğrendiğimde daha da büyük bir sabırsızlıkla beklemiştim bu filmi. Ama ne yalan söyleyeyim olmamış. Yine intikamdı konumuz. Yine filmin bir kenarından kadının ölümü göze alan intikamı da işlenmişti. Ama dedim ya işte kenarından..Brad Pitt’in karakterine yeterince vurgu yapılmamış, sönük kalmıştı. O sadece çılgın, komik ve vahşiydi. Ama herhalde bu filmde tek akılda kalacak olan ve bana kalırsa bu filmden sonra da yıldızı parlayacak olan biri varsa eğer o da zeki, kibar ama beklenmedik şekilde acımasız olan SS Subayımız Christoph Waltz’dır. Daha filmin ilk sahnesinde kim bu adam diyorsun devamında ise hayranlığına engel olamıyorsun.

Özetle ben kendi adıma büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Gerçekten hayran olduğum iki adamın aynı filmde birleşmesinden belki de ben çok şey bekledim. Ya da daha önce hiç Tarantino filmi izlememiş olsaydım bu filmi belki de çok beğenirdim. Bilmiyorum. Tek bildiğim bu filme ikinci bir şans vermeyeceğim.

27 Ağustos 2009 Perşembe

BİR İNDİRİM BAĞIMLISINDAN İTİRAFLAR

Evet İstanbul’a aşığım ama derler ya aşk elde edemeyince aşk olur. Benimki de öyle bir şey. Ne yaparsam yapayım bu şehre ne para yetiştirebiliyorum ne de enerji. Bi de üstüne benim indirime duyduğum engellenemez arzuyu ve içimdeki yerinde duramayan zıpırı ekleyin. Ayaklarım on puntonun üstünde şişmiş ama ne fark eder ki şu mağazaya da bakmalı ya da arkadaşlarımla Asmalı Mescit’de yemeğe gidebilmeydim.

İş yerim Avrupa’da evim de karşıda olunca iş çıkışı trafiğe takılmaktansa spor salonunda takılıp fit kalmak çok daha iyi olur diye düşündüm. Ancak gelin görün ki hesaplamadığım bir şey vardı o da spor salonuna her gidişimde Kanyonu bir ucundan diğer ucuna yürümek zorunda kalmamdı. Şimdi sen o canıımmmm vitrinlerin önünden geçiceksin üstüne üstlük de gerek Turkcell gerekse mağazalardan gecenin üçünde bile gelen (ki sen her seferinde bi heyecan acaba o mu diye telefona sarılırsın.. Hayal kırıklığı ve muz kabuğu..) indirim mesajlarını da almışsın e içeri girip şöyle etrafı süzmeden gitmek olur mu? Yahut spordan çıkmışsın o kadar koşmuşsun, ter dökmüşsün yani bir Patrizia Pepe elbiseyi, bir Furla çantayı hak etmemiş mi oluyorsun hem de indirimdeyken. İşte benim Hitleri aratmayan çöküşümde böyle gerçekleşti. Hayır yani bende anlamıyorum dolabım ağzına kadar dolu (ha bu arada normal bir dolap boyutundan bahsetmediğimi de belirtmek isterim) ama hala giyecek bir şey bulamıyorum. Kısacası benim alışveriş için bahanem bitmez. Erkek arkadaşımla tartıştım alışveriş, aaa benim bu renk ayakkabım yok ki alışveriş, arkadaşım gecikti biraz vitrin bakayım alışveriş, başım ağrıdı alışveriş, patronum paraladı alışveriş.. bu liste böle uzar gider ekstrelerimle doğru orantılı olarak tabi ki İşin kötü tarafı da artık ekstrelerin babişkoma değil doğrudan cep telefonuma sms olarak gelmesi. Teknoloji bazen çok acımasız olabiliyor. Annem hep derdi ‘’Kızım alışverişle gezmenin sonu yok, deveyi çulluda bilirler çulsuzda’’ bense ‘’ Evet evet anne HI HI’’ der yine kendi bildiğimi yapardım klasik olduğu üzere. Ama kadın yine haklı yine haklı. Hele de son günlerde çok satan, kapağı pembe renk olduğu için masküler erkeklerimiz tarafından okunmayan ama buna da acil bir çözümle gri bir kapakla karşımıza çıkan AŞK’ı okuduktan sonra birazcık aklım karışmadı desem yalan olur. Ne gerek vardı ki çula çaputa önemli olan dış görünüm değil ki her şey içimizde yeter ki onu görebilelim. Acaba limitleri biten kredi kartlarımı ödeyene kadar bu düşünce beni idare eder miydi ?

26 Ağustos 2009 Çarşamba

AŞKIM İSTANBUL

Nasıl, hangi ara aşık olmuştum hatırlamıyorum. Üniversiteyi kazanmıştım. Çoğunlukla Ankara, İzmir ile dolu on sekiz tercihten nasıl olduysa o çıktı. Ne bir heyecan ne de bir burukluk olmuştu. Kapağı attık işte annem rahat uyuyabilir diye düşünmüştüm o zamanlar..

Kalktık geldik taşramızdan. Geliş o geliş.. Okulda zaten devam zorunluluğu yok, e bende bıraktım kendimi İstanbulumun kollarına .. Beyoğlu senin Bebek benim başladık İstanbul turlarına..Her nefesimde biraz daha bağlanmışım meğer gidince anladım.Beş yıl çok güzel geçindik. Ne o benden esirgedi kendini ne de ben babişkomun paralarını..:)E tabi şu halde okula uğrama gibi bir durum söz konusu dahi olmadı. Bunun doğal sonucu olarakta okul lastik gibi uzadı. Peki bu halde babişkom ne yaptı!! Üşenmedi geldi,paketledi beni götürdü baba evine.O günü asla unutamam. Bir yandan başarısızlığın mahcupluğu, bir yandan İstanbulumdan ayrılışım gözlerimi pörtletmeye yetmişti. O kadar çok ağlamıştım ki içli içli, sessiz sessiz gören dayanamaz bırakırdı beni ama benimkiler bakmadılar gözümün yaşına, götürdüler beni..

Hiç bilmezdim bir şehrin özlenebileceğini sanki bir sevgiliyi özler gibi, durduk yere kokusunun burnuma geleceğini, ismini duyunca yüreğimin hoplayabileceğini.. Resmen AŞIK OLMUŞTUM. Nasıl dönebilirdim?

Özlemle dolu yıllardan sonra nihayet kavuşmuştum İstanbuluma. Üstelik artık bir işim de vardı. Hayatta beni hiçbir şey daha mutlu edemezdi herhalde. Öyle bir mutluluk ki bu, aradan dört yıl geçti ve ben hala her gün Boğaziçi Köprüsünden her geçişimde şükrediyorum; buradayım ve bu muhteşemliği yaşıyorum diye..