30 Ekim 2009 Cuma

BİR SAVERİSTANBUL YAZISIDIR.

EYVAH KİLO ALMIŞIM!!!


İlkokul yıllarımda bana ‘İskeletor, deve kuşu’ gibi takma isimler yakıştırılırdı. Anlayacağınız üzere iştahsız bir çocuktum. (Yaşı kemale ermiş olanlar iskeletor karakterini He-Man’den hatırlar.) Zavallı annem elinde yemek dolu tabaklarla peşimden koşturur, iki lokma daha yesem içi rahatlardı. Kilo alabileyim diye arı sütleri, iştah şurupları mı içirilmedi. Sütten nefret etmeyeyim diye içine ballar, kakaolar mı karıştırılmadı. Ama yok hiçbiri fayda etmedi ta ki ergenliğime kadar.

Ergenlik dönemine girişimle beraber iştahım da fena halde açılmıştı. İşin güzel yani ise ne yersem yiyeyim kilo almıyordum. Hele üniversite yıllarımda kaldığım öğrenci evinde yediklerimi normal bir insan yeme gafletinde bulunsa birkaç ayda eminim rahatlıkla on kilo alırdı. Abarttığımı düşünüyorsunuz ama birkaç örnekle ikna olacağınıza eminim. Öğrenci evinde malum en çok tüketilen gıda ürünü makarna ve patatestir. Ben bir gece insanı olduğumdan her zaman geceleri ders çalışırdım. E sabaha kadar aç mideyle çalışmam mümkün olmuyordu. Bu durumda en basit çözüm ya yarım ekmek büyüklüğünde sucuklu kaşarlı bir tost ya da mayonez ve ketçap karışımıyla harmanlanmış makarnadır. Sofradan tatlısız kalktığım görülmemiştir, hemen üstüne de nutella kaşıklanır. Gündüzleri de hooop bir telefon yandaki kebapçıya gelsin lahmacunlar, künefeler..Tabi bu doğuştan geldiğini düşündüğüm şanslı yapımın da bir sınırı varmış onu da işe girince anladım.

İşe başladığım ilk yıllarda iş arkadaşlarım bende bir tuhaflık olduğunu anlamışlardı. Neredeyse tüm öğünlerimi kıtlıktan çıkmış gibi yediğime ve buna rağmen incecik kaldığıma şahit olunca, başladılar söylenmeye; bu kadar yemeye nasıl kilo almıyorsun, biz on yaşımızdan beri diyet yapıyoruz, bu resmen haksızlık diye. Arkadaşlar nazar değdireceksiniz yapmayın etmeyin dedim ama nafile ne zaman yemek yerken görseler cık cıklamaya bu kadar da olmaz demeye devam ettiler. Ta ki bu seneye kadar.

Baktım iş yerinde sürekli oturuyorum, deli gibi yemek yiyorum ve giderek yaşlanıyorum. Adeta ışık hızında çalışan metabolizmam da benimle beraber yavaşlayacak elbet diye düşündüm. Biraz hareket lazımdı bana. Gittim iş yerime yakın bir spor salonuna yazıldım. Biliyorum çünkü eve girersem hayatta spor için çıkmam bir daha. Hayatımda spor yapmamıştım. Spor salonlarıyla ilgili olarak duyduğum tek şeyse erkek/kadın arkadaş edinebilmek için mükemmel yerler olduğuydu. Tabi işin bu kısmı şimdilik umurumda değildi. Benim sporu hayatımın bir parçası haline getirmem gerekiyordu aksi halde bu serbest stil yemelerime bir son vermem gerekecekti. Adet; genelde pazartesi yeni bir başlangıç olacak diye başlanılan spora devam eden günlerde gitmemekti. Ama ben yılmadım haftada en az dört gün devam ediyor, kendi terimle duş almış görünümüne gelene kadar da spor yapıyordum. Tabi bunda, sonradan spor delisi olduğuna karar verdiğim kıvamında kastan oluşan arkadaşımızın da etkisi olmadı desek yalan olur. Neyse yüksek lisansımın sınav vakti geldiğinden ne yazık ki sporumu da aksatmak durumunda kalmıştım. Arada da arkadaşlar tarafından sinemayla yemekle kandırılıp spordan alıkoyulmalarım da başlamıştı. Tüm düzenim şaşmıştı ve ben haftada bir bile gidemez olmuştum spora. Gel zaman git zaman hiç tartılmayan ben, birkaç pantalonumda darlık hissedince soyunma odasında her köşeye itinayla konmuş tartıları daha fazla görmezden gelemedi ve tartıldı. O da ne? Beş kilo mu almışım? Nasıl olabilirdi bu? Hemen açıklayayım. Bu spor denen illet iştahımı daha da açmıştı. Nasılsa spor yapıyorum diye umursamamıştım. Ancak spora gidiş sıklığım azalmıştı ve ben aynı şekilde yemeye devam etmiştim. Sonuç ortada.

Bu kilo denen canavar bir kez sizi ele geçirdi mi kurtulmanın imkanı yokmuş meğer. Bir dönem manyaklar gibi dikkat ettim yediklerime. Kalori nedir bilmezken, kalori saymaya başladım. Et oburken içimi dışımı yeşillikle doldurdum. Ama hiçbiri işe yaramıyordu. Şimdilerde ise sakin olmaya karar verdim. Takmazsam giderler diye ümit ediyorum. Ama siz siz olun düzenli yapmayacaksanız sporu hayatınıza sokmayın.

Yazardan not: Benim yazdıklarıma bakarak indirim kuponlarınız kullanmazlık etmeyin. Suç yemeklerde değil düzensiz sporda. Ben yandım siz yanmayın...

http://www.saveristanbul.com/

28 Ekim 2009 Çarşamba

31'E SAYILI GÜNLER KALA...

Neeee OOOTUZZZBİRRR yaşında mısın? İnanmıyorum hiç göstermiyorsun.. Yirmi iki yaşındayken ne kadar büyük gelirdi otuzlu yaşlar. Utanmadan otuz yaşlarındaki insanlara yaşlı bile dediğim olmuştur. Otuzlara geldik, gördük ki durum hiçte yirmilerden bakıldığı gibi değilmiş.


Geçenlerde birkaç arkadaşımla oturmuş ilişkilerden konuşuyorduk. Konu döndü dolaştı yaşlanmamıza geldi. Biri erkek diğeri kız olan yaşıtlarım ‘keşke on sekizimize dönebilsek’ dediler ve kesinlikle onaylayacağımdan emin ama yine de ‘Evet ben de isterdim’ i yüksek sesle duymaya aç gözlerle bana baktılar. Şöyle bir düşündüm, daha önce hiç düşünmemiştim. Asılı kalınan bu zaman diliminde, konu dağılır diye beklerken arkadaşlar ısrarla gözlerimin içine içine daha büyük bir baskıyla baktılar. ‘Ben de’ desem rahatlayacaklar ve konu hemen değişecekti biliyorum. Ama diyemedim. Bazen bu gereksiz dürüst ve muhalefet yanımın katili olmak istiyorum. Zira beni, içinde bulunmaktan sıkıldığım tartışma ortamlarına, aslan kafesine atılan etler gibi bıraktıkları çok olmuştur. Artık ürkütücü olmaya başlayan sessizliği dağıtmam farz olmuştu ve ben de ‘Neden isteyeyim on sekizime dönmeyi’ dedim. Yıllarca, önce aile tarafından sonra sırasıyla tüm eğitim kurumları tarafından üzerime yapıştırılmış yasaklardan, ayıplardan kendini tanıyamamış ne istediğini anlayamamış halime mi dönmeliydim? Önceden benim adıma verilmiş kararlara yarım aklımla tekrar mı uymalıydım? Manyaklar gibi kitap okuyup ‘her şeyi çözdüm, aşkı da yaşadım acıyı da’ modunda dolaştığım, ama dünyadan bi’haber olduğum komik zamanlarıma mı dönmek istemeliydim? Hepsi bir yana, halk içinde ‘tazelik’ olarak adlandırılan ergenlikten kurtulduğunu sanan ama hiçbir duyu organının tam anlamıyla yerini bulamadığı yüzüme mi yoksa gelişimini hala tamamlayamamış vücuduma mı dönmeliydim? Daha da korkuncu, halen kadın dergilerindeki saçma testleri çözerken bile zamanla yarıştığımı sanmama neden olan, güya zekamızın ve toplumdaki yerimizin belirlendiği o aptal sınavlara tekrar mı girmem gerekecekti? Bu bir kabus olmalı. Düşünüyorum ve yok diyorum ben yaşıma bayılıyorum. İşim var, kariyerim var, hayatla ilgili tüm algılarım açık, tamamen olmasa da çoğunlukla özgür sayılırım üstüne üstlük kim olduğumu ne istediğimi de anlamaya başlamışken deli miyim döneyim o yaşlara.. Konuşmamın ardından, herkesin isyan ettiği yaşına gayet haklı ve mantıklı sebeplerle sahip çıkmanın gururu paha biçilemez diye düşünürken, arkadaşım ‘ Ama sen şanslısın senin gözaltı torbaların yok henüz’ dedi ve tüm karizmamı bir nefeste dağıtıverdi.

Yalnız ,otuzlu yaşlara gelmenin bir olumsuz tarafı var ki gerçekten insanı Muro’nun deyimiyle ‘Lanet olsun içimdeki insan sevgisine ‘ dedirtecek noktaya getirebilir. Bu sabah, Türkçeye çevrilince kulağa hoş gelmediğinden İngilizcesini kullanmayı tercih ettiğim date denilen yemek-sinema klasiğini yaşamış olduğum biri aradı telefonumu. Date sonrası biri’yle uygun olmadığımızı anlamış kırıcı olmamak adına çağrılarını kibarca geri püskürtmüştüm. Ancak ortak arkadaşlarımız olduğundan arada bir karşılaşmaktan ve hayat nasıl gidiyor adı altında yaşanan sahte muhabbetlerden kaçamamıştım. Biri, hukuki bir konuda dara düşmüş ve ilk yardım çantası olarak da beni kullanmayı tercih etmişti. Uzun süredir aramadığın birisini işin düşünce aradığında, zart diye konuya giremez daha önceleri aramamış olmanın verdiği titreklik ve sorunuma çare ol ezikliği ile ne haber nasılsından dem vurursun önce. Bizim konuşmamız da farklı gelişmedi. Ben, birinin durduk yere aramayacağını bildiğimden sadede gelse diye kıvranırken, biri benim iyi olduğumu öğrendikten sonra ortak arkadaşlarımızdan Güliz’in nasıl olduğunu neler yaptığını sordu. Ben de, sabırla ve merakla ‘İyi, ne yapsın, aktivite insanı işte, toplantıları biter, korosu başlar, koro biter derneği başlar.. Koşturuyor durmadan.’dedim. Biri, konuya girmek için henüz erken diye düşündü ve belki de sonradan pişman olacağı ‘Ya bu kızın da girmediği ortam kalmadı ama bu yaşa geldi hala yalnız, yazık valla’ cümlelerini art arda sıralayıverdi. Bu arada birinin son bir buçuk yıldır evliliğe doğru giden bir ilişkisinin olduğunu dip not olarak düşmek isterim. Biri, ‘Bana basssss!!’ diye kırmızı alarm veren düğmelerime basıvermişti. Artık uzun süredir görüşmediğim evli ya da evlilik yolunda ilerleyen arkadaşlarımın gözlerini kısarak ‘sende hala yok mu bişi? ’ sorularına sinirden kudurduğum halde ‘kısmet’ diye cevaplandırdığım sabırlı tavrımdan eser kalmamıştı. Telefonun diğer ucundaki zavallı çocuğu yaklaşık olarak beş dakika boyunca laflarımla dövdüm. Önce yalnız olmanın sanıldığının aksine acınacak bir durum olmadığını sonrasındaysa toplumun, otuzuna gelmiş ve bekar kadınlara ‘işin bitmek üzere’ paniğini yaşatmasının ne kadar saçma olduğunu kendimce açıkladım. Biri, eli mahkum katıldı sözlerime. Tek derdi yaşadığı hukuki soruna çözüm bulmak olan arkadaşa gereksiz şekilde patlamıştım kuşkusuz. Onun hatası, otuzlarında ve bekar bir kadın olmanın acınası bir durum olduğunu vurgulayan bininci insan olmasıydı.

Evet itiraf ediyorum sevgili arkadaşlar, otuz birimi doldurmama sayılı günler kala derdim, yaşlanıp, buruşmak değil. Monica Belluciler, Nebahat Çehreler ve genlerim sağ olsunlar bu konuda moral düzeyimi her geçen yıl daha da arttırıyorlar. Derdim, otuzlarında ve bekar olmak hiç değil. Aksini iddia eden yaklaşık elli milyon insana rağmen. Benim derdim başka, bambaşka…

24 Ekim 2009 Cumartesi

KELİMELERİM BİTMEDİ HİKAYE DEVAM EDİYOR....

BÖLÜM V-


Topuklu ayakkabılarım sanki ben burdayımı iyice vurgulamak için daha fazla ses çıkarıyor yürürken. Bütün sinirim her adımımda tepeden aşağıya doğru iniyor adeta. Her geçişimde selam vermezsem ayıp olur diye salakça kendimi şartladığım güvenlik görevlisinin bile suratına bakmadan, sessizlikte tüyler ürperten tak taklar eşliğinde asansöre bindim. Öfkeyle kapımı açtım, çantayı bir yana ayakkabıları diğer yana fırlatıp banyoya girecekken ayağımın halıya takılması sonucu kendimi yerde buldum. Klasik sinirli insan tripleri bile yakışmıyordu bana işte. İnsan acemisi olunca hınçla sağı solu dağıtmanın iki seksen yerde bulabiliyordu kendini. Bacağım belliki çok acıyacak ve kesin moraracaktı ama umurumda değildi. Karizmayı yalnızken bile çizemezdim. Hiçbir şey olmamış gibi küfrede küfrede kalktım yerden. Makyajımı temizlerken acil şefkat diye sızlayan bacağımı hala görmezden geliyor ve aralıksız söylenmeye devam ediyordum. Ekilmiş olmanın verdiği eziklik duygusu yetmiyormuş gibi niye bu kadar dert ediyorsun alt tarafı tanımadığın bir erkek diye beni ayıplayan mantığım da car car konuşuyordu. Derken derinlerden gelen telefonumun melodisi birden kafamdaki bütün sesleri susturmuştu. Nedense her çalışında aptal bir telaş kaplar beni. Yetişmesen ne olur. Operatörler arası yarıştan neredeyse bedavaya konuşacağız zaten bırak çalsın sen ararsın sonra. Ama yok illaki o gereksiz panik vücuda yaşatılacak. Bul bakalım bulabilirsen çantana lazım olabilir diye tıkıştırdığın onca kalabalığın arasından telefonunu. Tabi ki o çanta ters çevrilecek ve ne varsa saçılacak sonrasında kendi düşenin dostu olmaz misali tıpış tıpış toplanacak. Arayan Onur’du. Bu telefonu en azından şimdi açmamalıydım oyunun kuralına göre. Biraz beklemeli ona sallanmadığı hatta unutulduğu duygusu aşılanana kadar da geri dönmemeliydim. Yok, bu merak bu bünyede barındığı sürece o telefonlara her zaman bir alo diyecektim. Ama en azından panik içinde açtığım belli olmamalı, biraz daha kibar, mesafeli ve rahat bir efendim ile cevap vermeliydim.

Ihım ıhım ‘Efendimmm’

‘Nerdesin seni göremiyorum?’

Dalga geçiyor olmalıydı. Ama sakin olmalıyım. Ürkütmeyelim şimdiden.

‘E ben eve döndüm çoktan’

‘Kaçırdım seni demek. Yazına kaptırır fark etmezsin zamanı sanmıştım. Telefonum evde kalmış, geldim seni göremeyince eve döndüm telefonu alıp tekrar uğradım.’

Tanıdığım kadınlardan kime anlatsam bu durumu, eminim bana hep bir ağızdan verecekleri cevap yeme bu numaraları olacaktı. Ama ben sebepsiz paranoya yapanlardan değildim ve yapmacık olmamaya çalışırken daha da yapmacıklaşıp,

‘Olur böyle şeyler başka zaman görüşürüz…illa ki bir erkeğin düşüncelerine ihtiyacım olacak zaten bu konuyla ilgili yazarken’ dedim.

Onur’da, unutkanlık sonucu geç kalmışlığın karizmatik pişmanlığı bende de toleranslı olmanın dayanılmaz ağırlığı vardı. Konuşma bu noktada sonlanır diye beklerken sorusuyla telefonun en azından yirmi dakika kapanmayacağı garantilendi.

‘Neden erkeklerin aldatmasını ele alıyorsun? Sadece erkekler aldatır diye bir durum yok. Kadınlar da aldatır. Bence sen genel al konunu mesela neden insanlar aldatır.’

Birincisi kim oluyordu da bana akıl veriyordu. İkincisi bu ukala tavırlar ve üstü kapalı geç kalmış olabilirim ama seninle ilgileniyorum edaları beni fena halde baştan çıkarıyordu.
Bende hem onu teşvik edecek hem de altta da kalmayacak bir cevap verdim.

‘Haklı olabilirsin ama kadınlar sır, kadınların çizgileri kalp atışı gibi erkeklerse dümdüz ve açıktalar, haklarında yazılıp çizilmesi çok daha kolay.’

Devam eden kırk beş dakika boyunca hangimiz münevverliği aşmış entelektüel kıvama gelmiş şovu adı altında birbirimizi etkilemeye çalıştık. Her geçen dakika da biraz daha etkileniyordum gerçekten de. Karşımda sadece bitmeyen merakıyla okuyan, gezen, algıları açık, gözlemci biri yoktu. Aynı zamanda bunların hepsini kendisiyle dalga geçebilecek kadar rahat, eğlenceli ve kıvamı yerinde ukalalığı eşliğinde aktarıyordu bana. Sanki bu kadar çok bilmek için hiç çaba sarf etmemiş, bu bilgilerle doğmuştu. Artık duygularım platoniğin ötesinde geçip vücut buluyordu. Bu adam beni kendine hayran bırakmayı başarmış, tüm dikkatimi üzerine çekmişti.

Genelde flört eden çiftler heyecanlarını bastıramaz ve uzun süren telefon konuşmalarını yüz yüze görüşmeyle taçlandırırlar. Bizimde durumumuz farklı olmadı. Ancak işin alengirli tarafı bunun nasıl yapılacağıydı. Mesela bana ‘Böyle olmuyor hadi bana kahve yap’ dese, tüm ilgimi o anda kaybedecekti. Niyetler belli olsa da ustaca üstü örtülmeli amaca zor yoldan ulaşılmalı böylece gizem korunmalıydı. Nitekim bizim durumumuzda aynen böyle gerçekleşti. İkimizde konuşmaktan acıkmıştık. Dışarıda karnımızı doyurma kararı aldık. Bu saatte açık bulabildiğimiz tek yer Marmaris büfeydi. Gecenin üçünde yemek, benim için aslında minik bir intihar girişimi sayılırdı. Ama umurumda değildi. Mutluluk, heyecan ve coşku aynı anda kaç kez yaşanabilirdi. Yine de ben tedbiri elden bırakmadım ve kepek ekmeğine kaşarlı tost söyledim, Onur ise erkek olmanın avantajını aleyhime kullanmak suretiyle iki adet kaşarlı biftekli istedi. Karşılıklı oturmuş yorgun çenelerimizin son gayretiyle konuşmaya arada da ‘ben galiba aşık oldum.’ sinyalleri vermeye devam ediyorduk. Ama sanki benim sinyaller durumu abartmış kenara çekip dörtlüleri yakmış gibiydi. Aramızda sıkıcı bir romantizmden çok aniden gelişen yakınlık duygusu ve engel olunamayan bir kavuşma arzusu mevcuttu.

Arabasıyla evimin önüne geldik. Yol boyunca tuhaf bir şekilde ellerini tutmak, boynuna dolanmak, öpücüğe boğmak gibi bin türlü fantezi geçti aklımdan. Adama bu kadar yakınken uzak kalabilmek imkansızdı. Acaba ten çekimi dedikleri durum bu muydu? Merakımı gideremediğim konulardan biriydi bu ten çekimi. Örneklerle anlatıldı çok defa; yok efendim dokunmadan duramıyormuşsun da ter kokusu bile çiçek kokusu gibi geliyormuş da seks yaparken normalden on kat daha fazla zevk alınıyormuş da muş. Anlatılanların yanından geçen bir durum yaşamamıştım. Hayatımda her şey abartısızdı. Onur’a kadar.

İşte bir başka stresli an daha gelmiş çatmıştı. Evimin önünde arabada durmuş birbirimize bakıyorduk. Belli ki ilk öpüşme sahnesi yaşanacaktı. O gergin anda beklenileni yapıp, gözlerini kapatıp dudağını büzmek suretiyle bana doğru yanaşsa ayıp olmasın diye karşılık verecek ama içimden de suratın çok komik görünüyor nerde o karizman diyecektim. İlk öpüşme bu şekilde olursa üstüne bir de uyum sağlanamazsa başlamadan bitecekti bu gerçek dünyadan uzak, büyülü gibi görünen ilişki. Ama beynimdeki tüm kötü tahminler, sadece filmlerde olur diye düşünülen o kareyle susturuldu. İyi geceler öpücüğü için yanağına doğru uzandım, öptüm kendimi çektim ve gözlerine baktım. Yaklaşık olarak iki saniye kadar süren bakışmanın ardından arzu ve hiddetle sarılıp öpüşmeye başlamıştık. Daha ağır, daha mesafeli, ürkütmeden, ceylana yaklaşan avcılar gibi yanaşırız birbirimize sanmıştım oysaki. Tam aksine yıllardır bu an için oruç tutmuş insanlar kadar aç, bir piyango talihlisi kadarda coşkulu ve kendinden geçmiş gibiydik. Elbette böylesine arzulu bir öpüşmenin geceyi ‘İyi geceler’ dileyerek bitirmeyeceği gün gibi aşikardı.

Yazardan tavsiyeler: Film ;Woody Allen'ın yeni filmi 'Whatever works' muhteşem
                               Kitap; Fırat Budacı 'Kendimi durduracak değilim'- Kendisini Uykusuzdan takip edenlerin okumasına lüzum yok, toplama bir kitap. Bana tavsiye eden arkadaşa tekrar teşekkürler..Sayesinde baya bi kahkaha attım.
                             Albüm: Fatih Akın'ın 'Yaşamın Kıyısında' filminin soundtracki bir harika. Bu vesileyle rahmetli Kazım Koyuncu'yu da rahmetle anarım.

18 Ekim 2009 Pazar

DİKKAT DUMANLI HAVA SAHASINA GİRİYORSUNUZ!!

Sanırım on üç yaşlarındaydım sigarayla ilk tanıştığımda. Sizlere hava atacak halim yok, “kimseden etkilenmem özgün biriyim” diye…elbette, ben de arkadaş kurbanıyım. Ben kendi halinde etliye sütlüye pek karışmayan bir ergenken, asi ruhlu, bol bol kendisinden büyük erkek arkadaşlar edinen, o zamanlar samimi olduğum, içten içe de özendiğim kız arkadaşım sayesinde başlamıştım sigaraya. Avına konsantre olmuş kaplanlar gibi biz de ailelerimizden kaçabildiğimiz her fırsatta sigaraya sarılıyorduk. Aslında o zamanlardan alışıktım ev kokmasın diye terasta kaba etim dona dona sigara içmeye. Bir de hemen diş fırçalanırdı ağız kokumuzdan çakmasınlar manzarayı diye. Öğrendiğim birkaç taktikten biri de sigaradan sonra su içmemekti. Meğer o zaman koku keskinleşiyormuş. Tabi o zamanlar bu heyecan, arkadaşla paylaşınca zevkli olduğundan, henüz paket taşımaya başlamamış yani tiryaki kıvamına gelmemiştim. Derken büyüdüm ve ilk aşkımla beraber tekrar içmeye başladım mereti.


Sigarayı hep başkalarına uyum sağlamak için içmiştim ta ki ilk aşkım beni terk edene kadar. O acıyı bilmem hatırlar mısınız? Benimkinden kurtulmam baya vaktimi almıştı. Şimdi düşününce ne kadar saf ne kadar masum ve sevimliymişim. Geceleri ders çalışıyorum diye kaçtığım çatı katında tek yaptığım sigaramı yakıp erkek arkadaşa hiç okutmayacağım sitem dolu şiirler yazmaktı. Paket taşımaya başlamam ve sigaraya gerçekten bağlanmam tam da bu sıralara denk gelir.

Her gün başka bir zevkli içim anı keşfediyordum. En klasiği yemekten sonradır. Ama keşke o kadarla kalabilse. Sigara o kadar çok şeyin yanına ya da sonrasına yakışıyor ki alışkanlık haline gelmemesi mucize. Derin muhabbetler de, içkinin yanında, Türk kahvesiyle, vapurda, sinirlendiğinde, seviştikten sonra, denizden çıktıktan sonra, yağmurlu gecede çim kokusu eşliğinde, uzun bir yolculuktan sonra aradığım ilk şey hep o oluyor. Tabi bütün bunları yaparken yanınızda size uyuz uyuz bakıp dumanınız üstüne gelmesin diye ellerini havada sallayan ve ‘öff ya bunun dumanı da hep beni bulur’ diyerek aldığınız üç kuruşluk zevki öldürecek bir arkadaşınız olmamalı.. Ama şimdilerde düşünüyorum da tek derdim bu sevimli arkadaş olsaymış. Biz sigara içenler ‘Sigaranı da beni de yakma’ diyen çocukların katili ilan edildik. Hayır yani yasağını koy tamam da beni sayko killer ilan etmek suretiyle sigaradan vazgeçirmeye çalışmak da ne demek oluyor. Ayrıca sana ne içerim içmem bu benim seçme hakkım. Sen benim sağlığımı bu kadar çok düşünüyorsan önce hastaneleri ücretsiz hale getir. SSK kapılarında sefil olan insanlara yardım et. Bırak ben Allah’ımdan bulayım.

Neyse bu yasakların bir de bonusu olduğunu öğrenince artık hiç takmaz oldum. Hatta heyecanla kara kışı bekler oldum. Bilirsiniz bizler hep her şeyi sonradan takip ederiz. Buralarda sigara yasağı uğramamışken Amerika’da çoktan uygulamaya geçilmiş ve sağ olsunlar İngilizcelerine ‘smirting’ diye yeni bir fiil kazandırmışlar. Anlamı ise şu; biz tiryakilerin sigara içebilmemiz için kapı önüne şutlandığımızda bizim gibi tiryaki olan karşı cinslerle tanışıp kaynaşma imkanı elde ediyormuşuz. Artık buna Türkçe bir ifade ediş şekli bulmak lazım diye düşünürken bir de baktım zaten öz Türkçe konuşan kalmamış. Bence başka dillere gelene kalana kadar İngilizcenin ikinci resmi dil ilan edilmesi gerekiyor artık. E bu durum da yeni kelime üretmeye de lüzum kalmıyor. Smirtingimiz var kapı gibi.

Not: Bu yazı saveristanbul için yazılmıştı ama anlaşılan sigraya özendiren yazıların basında çıkması yasakmış ilginç..

17 Ekim 2009 Cumartesi

HALEN İSİM BULAMADIĞIM HİKAYEM DEVAM

BÖLÜM IV


Gözüme uyku girmiyordu. Aslında bu, çok da alışık olmadığım bir durum değildi. Her gece en az bir saat yatağı bir ucundan diğer ucuna turlamak adettendi. Bir çeşit işkenceydi aslında uyuyamamak; sabah erken kalkman gerekmektedir ancak bir türlü uykuyu yakalayamazsın üstelik uykudan kaçan her dakikanın sabah aleyhine kullanılacağının da farkındasındır. Kafasını yastığa koyduğu anda uyuyabilen insanlara hep imrenmişimdir. Ama bu seferki uykusuzluk halim farklıydı.

Her zaman planlı hareket etme saplantılıydım. Öylesine bir saplantıydı ki bu planlarım daha iyi bir hale dönüştüğünde bile saçma bir şekilde sinirlenmekten kendimi alamıyordum. Her şey kafamda yarattığıma uygun olmalıydı ama çoğu zamanda olmazdı. İşte yine aklımın ucundan dahi geçmeyen her şey başıma gelmişti. Kontrol benden çıkmıştı ve bu durum beni aşırı derecede huzursuz ediyordu.

Bu sabah yine sürünerek kalkmıştım yatağımdan. İçimde itiraf etmek istemesem de Onur kaynaklı heyecanla coşku arası kıpırdanmalar vardı. Böyle hissettiğim günlerde özellikle güzel giyinir ve kendime mükemmel bir makyaj yapardım. Hele de akşama onu görmem söz konusuyken bu tarz ayrıntıları atlamam mümkün değildi. Gerçi bir yandan bu hisler yüzünden kendimi azarlamaktan geri kalmıyordum. Nedir yani olay bu kadar heyecana sebep olacak. İşe geldiğimde herkesin aksine bende pazartesi sendromundan eser yoktu. Suratıma aptal aşık gülümsemesi yapışmıştı ve ben engel olamıyordum. Sebebini anlamadığım bir şevkle tam gaz çalışmama mola verdiğim zamanlarda Onur’un mesajını açıp tekrar okuyordum. ‘Sen oturup evde yazacak biri değilsin, nerde yazıyorsan uğrayıp sana birkaç tüyo vermek isterim.’ Allahım adama bak mesajda bile ukalalığı elden bırakmıyor. Beni nerden tanıyordu ki. Oysa düşündüğünün aksine ben evde oturup yayıla yayıla yazmayı severim. Zaten notebookunu sağda solda açıp dünyayı kurtarıyormuş gibi davranan insanlara da gıcık olmuşumdur oldum olası. Neyse sonuçta ben adamla buluşmak istiyordum ve daha ilk buluşmadan onu eve davet etmek istemiyordum. Zaten ne çektiysem hep boyumdan büyük laflarımdan çekmişimdir. Mecbur alıcaz notebooku koltuk altına, oturucaz Starbucks’a.

İş çıkışında, iş yerimin hemen altındaki alışveriş merkezine Altı Nokta Körler Derneği’nin yardım standı açtığını fark ettim. Acelem vardı, daha kuaföre gidecektim ama standın hemen yanındaki bankamatikten para çekip de yardım amaçlı bu standı görmezden gelmem mümkün değildi. En nihayetinde ben görebiliyordum, hayat benim için daha kolaydı. Artık sebebi acımam mı yoksa ben de onlardan biri olabilirdim düşüncesi miydi bilmiyorum ama stanttan bir kalem aldım ve amcanın önüne 5 lirayı bıraktım. Amca masanın üstüne iki eliyle hafif hafif dokunmaya başladı. Şaşırdım ve bir sorun mu var dedim. Amca ‘Yok, parayı bulamadım da ‘dedi. O anda başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü sanki. Ben adam optik gözlük kullandığı için görüyor sanmıştım ve parayı hemen önüne bırakmıştım. Çok utanmıştım. Parayı alıp, eline doğru uzattım ve kusura bakmayın dedim. Ama o anda asıl yapmak istediğim; bankamatikteki ek hesabımdakilerde dahil tüm paramı çekip amcanın önündeki bütün kalemleri kucaklayıp kaçmaktı. Gözlerim dolmuştu. Neden bu kadar içim burkulmuştu. Ben kimim ki amcaya acıyorum. Evet belki o göremiyor ama belki de benden çok daha mutlu bir hayat yaşıyor. Birileri benim sahip olduğum şeylere sahip değil diye neden üzülüyorum. Derler ya ne olursan ol ne yaparsan yap içinde huzur yoksa asla tatmin olamazsın. Belki o eksik hissetmiyordu kendini. Belki de onlara kendilerini eksik hissettiren bizleriz. Tüm bunlar aklımdan geçerken kendimi kuaförün önünde buldum ve düşüncelerin yerini hızla heyecan aldı.

Onur’a söylediğim gibi Caddebostan Starbucks’ta yerimi aldım. Abartısız ama bakımlıydım. Normalde iş çıkışı berbat görünürüm. Saç baş dağılmış, makyajım akmış olur. Açtım önüme notebookumu ama yaz yazabilirsen. Sürekli etrafı kolaçan ediyordum. Kapıdan giren herkese bakıyordum. Tabi ki her birinin giyimi, saç kesimi, duruşu itinayla tarafımdan eleştiri yağmuruna tutuluyordu. Tanrım neden insanları olduğu gibi kabul edemiyorum. Ne var yani herkes benim zevkime göre mi giyinecek. Bırak kadın moda kurbanı olsun berbat kombinasyonlarla dolaşsın ya da o yeşile çalan sarı saç rengiyle kendini güzel sansın sana ne. Neden Starbucks dedim ki ben Türk kahvesi dışında kahve sevmem ki. Onu da o kadar kötü yapıyorlar ki içerken suratım kesin şekilden şekile giriyordur. Tam iki saat geçmişti aradan ve içeri giren yaklaşık 185 kişiden biri malesef Onur değildi. Defalarca telefonumu ve facebookumu kontrol etmiştim ama gelemeyeceğine dair bir mesaj yoktu. İlk önceleri sakindim ama zaman geçtikçe sinirleniyordum. Birinin geleceğim diye söz verip ardından gelemeyeceğini haber vermemesi büyük bir düşüncesizlikti. Umarım hastanesindir Onur yoksa bu yaptığınla o çok meraklı olduğun gül yüzümü asla göremeyeceksin. Çok saçma ama insanın aklından bunlar bile geçebiliyor işte. Ego tuhaf bir şey. Beni nasıl ekebilir. BENİ!! Halbuki ben ego denen içimdeki düşmandan hızla kurtulmaya çalışıyordum. Üstelik bu kurtulma çabası okurken her kelimesine katıldığım Eckhart Tolle’nin Var Olmanın Gücü kitabıyla daha da biliçlenmişken şimdi nasıl olurda aptal egonun esiri olurdum. Tüm bu çözemediğim matematik denklemi kadar zor sorunlarımla kendimi eve taşıdım.

Hala uyuyamıyordum. İşin kötüsü artık gözlerimi de kapalı tutamıyordum. Yavaşça yön değiştirmek isterken Onur beni kendine doğru çekti ve sıkıca sarıldı. Boynuma küçük bir buse kondurdu ve ‘Uyuyamıyor musun’ diye sordu. Ağzıma binlerce sözcük dizelendi ama hepsini yuttum ve sadece‘Evet’ dedim. ‘Yorma artık kafanı, bırak kendini şimdimiz var sadece’ dedi. Bu da ne demek oluyor? Sanırım beni delirtmek istiyordu. Benim gibi bir kontrol manyağı iki saat önce öldürmeyi düşündüğü adamın kollarında ve şu an olduğu gibi yarın da adama nasıl davranacağı hakkında en ufak bir fikri dahi yok. Bu adam benim sevgilim miydi artık yoksa bir gecelik mi olacaktı bu ilişki. Bunların hiçbirini planlamamış ve anı yaşayan bir adama zincirlerimi teslim etmiştim. Nasıl geri alacaktım?

Bu yazıyı (-de -da) ayrımı manyağı sevgili arkadaşlarıma ithaf ediyorum.

Gecenin şarkıları : Urban Species- Blanket
 Gotan Project-Last tango in Paris

3 Ekim 2009 Cumartesi

BİR HİKAYE DENEMESİ-DEVAM

BÖLÜM III

Cumartesi gecesi Özge’yle Asmalı Mescit’e doğru yola çıkmıştık. Asmalı mescit son üç yıldır favori mekanım olmuştu. Salaş olmasından mı, herkese kapısının açık olmasından mı yoksa soğuğa rağmen dışarıda olmanın rahatsız etmemesinden mi bilmiyorum çok seviyordum. Köprüyü geçmiştik ve Özge hala telefonda erkek arkadaşıyla tartışmaya devam ediyordu. Özge, Ceki’yle yaklaşık olarak yedi ay önce yine Asmalı Mescitte, hiç peşlerinden ayrılmadığı için kendi arkadaş grubundan sanıp tesadüfen tanışmıştı. Çocuk, halk tabiriyle ifade edecek olursak anasının gözüydü. Dünyaya geleli tam 35 sene olmuştu ama ya bu gerçeğin farkında değildi ya da kabul etmek istemiyordu. Gece alemleri ve kız tavlama sanatında duble majör yapmış olan fırlama Ceki bizim kıza nasıl olduysa tutulmuştu. Muhtemelen kendisinde var olmayan ancak Özge’de fazlasıyla bulunan dürüstlükten ya da iyi niyetten etkilenmişti. Ne kadar çapkın olsalar da bir yerlerde hep aslında var olmayan o mükemmel kadınla tek eşli yaşama hayalleri vardır bu tiplerin. Bunları bilse de işte derler ya insan her şeyi kendinden bilir diye Ceki’de bir türlü Özge’nin onu aldatmadığından, ona yalan söylemediğinden emin olamadı. E sürekli kontrol hali boğucu olmaya başlayınca da bizim kız daralmaya başladı. Özge telefonda dakikalarca ilişkiyi daha fazla sürdüremeyeceğini anlatmaya çalışıyordu ama karşıdaki durumu kabullenemiyor, bağırıp hakaretler savurarak kendince mücadele etmeye çalışıyordu. Aslında mücadeleye değecek bir şey de yoktu ortada. Bu ikinci denemeydi ve deneyimle sabit olduğu halde kadın inadı ve hayalperestliğiyle belki değişir diye bir şans daha vermişti Özge bu ilişkiye. Kadınlar kuralları biliyor ama bilmiyormuş gibi davranarak bu vahşi atları yola getirecekleri inancıyla kendilerini kandırıyorlardı. Ama en sonunda uyum sağlamak zorunda kalan kendileri oluyordu. Durumu kabul edemeyenler ise savaş tazminatını ödeyip ayrılıyorlardı alandan.


Hararetli ve sinir bozucu yolculuk sonrası Asmalı Mescit’e ulaşmıştık nihayet. Daracık sokaklarında bir yandan yüzlerce çeşit insan ayrı telden muhabbetine devam ediyor, diğer yandan üç kuruş kazanırım belki diye sakız satan veletler, klarnet ve keman ikilisi volta atıyordu. Oturacak yer bulmak imkansızdı ama üç beş tur attıktan sonra nihayet yeni açılan mekanlardan birinde kendimize sığışabileceğimiz küçük bir masa bulmayı başarmıştık. Özge, Tanrıya şükür morali ne kadar bozuk olursa olsun durumuyla dalga geçildiği zaman gülmeyi başarabilen kendisiyle barışık nadir insanlardandı ya da ben bir kız için fazla espriliydim. Normalde facebookuna sürekli nerde ne yaptığını yazan insanlara uyuz olduğum halde bu sefer bende onlara katılmış ve Asmalı’da olduğumu yazmıştım. Meğer onlarında bir sebepleri olabilirmiş bunu da anlamış oldum. Olmayanları ise Allah’a havale ediyorum. Evet, kendime bile itiraf etmek istemesem de acımasız gerçek, nerde olduğum listemde bir yıldız gibi parlayan Onur Bey’in beni bulması için yazılmıştı. Zira aradan bir hafta geçmesine rağmen ne bir mesaj alabilmiştim ne de dürtülmüştüm. Hoş ben normalde bu kadar zamanda çoktan sıkılırdım. Hatta neden olduğunu anlayamadığım bir şekilde ortaya çıkan ve benim zombi olarak adlandırdığım eski erkek arkadaşlar ya da bir kaç yemekten sonra sesi soluğu kesilenler bile bir bir eteğime düşmüşlerdi ama benim aklım hala Onur’daydı. Onur’la ilgili olarak İtalyan Lisesi mezunu olduğu ve üniversiteyi yurt dışında okuduğu bilgileri hariç hiçbir şey bilmiyordum. Tam bir gizem adamıydı. Ne yer, ne içer nerelere gider, nelerden hoşlanır bilmiyordum. Sadece üç beş tane fotoğrafı vardı, onları da kendisi değil arkadaşları eklemişti. Belli ki çok iyi bir facebook kullanıcısı değildi. Ama her hafta listesine eklenen kocaman gözlüklü, minik şortlu ya da bikinili kızlardan anladığım kadarıyla arada güncelliyordu. Tabi ki bu durum sinirimi bozmuyor değil ama şimdilik üstünde durmaya değmez.

Bir yandan Özge’yle muhabbet ediyor bir yandan da ‘bende ordayım’ içerikli bir mesaj var mı diye facebookumu kontrol ediyordum teknoloji sağolsun. Aslında onunda Asmalı’da olması şaşırtmazdı beni. Ne de olsa bu noktaya tesadüfi karşılaşmalar sonucu gelmemiş miydik? Aradan saatler geçmişti ve benim artık Onur’dan mesaj var mı diye kontrol etmeme lüzum kalmamıştı. Çünkü kendisi kalabalık bir grupla tam karşımda duruyordu. O anda gözlerime inanmak istemedim, başka bir yerde olmayı ve bu gerçekle hiç karşılaşmamış olmayı diledim. Özge’ye ‘Kalkalım, sıkıldım.’ derken, çoktan neyim varsa çantama tıkıştırmış ve ayaklanmıştım bile. Kızcağız ne olduğunu anlayamadı, direnmeye çalıştı. ‘Anlatacağım yolda hadi kalk’ dedim ama geç kalmıştım. Onur beline sarıldığı fashion Tv’den fırlamış gibi görünen kızı bırakıp bana doğru ilerlemeye başlamıştı bile. Kızın bu kadar güzel olmasına mı hayıflanayım yoksa kız arkadaşı olmasına uyuz olayım karar vermeme gerek yoktu. İkisi de birbirinden beterdi. Görmemiş gibi yapıp ilerleyecektim ama kolumdan tuttu ve ‘Ne o kaçıyor musun’ diye sordu. Şok geçiriyordum ve genelde yok hayır her zaman böyle durumlarda söylenebilecek en aptalca şeyi söylerdim. Şaşkın bir ifadeyle biraz durakladıktan sonra ‘Evet bir arkadaşıma sözüm var’ dedim. Gece olmuş saat üç ve benim bu saatte birine sözüm var, bu saatte ne sözü verilir. Ne vardı sanki evet geç oldu desem, birine sözüm var da neyin nesi, nerden çıktı. Kendimi bile şaşırtabiliyorum bu da ilginç yetenek. Benim aksime Onur, bir türlü Türkçe karşılığını net olarak bulamadığım cool kelimesine tam bir örnek oluşturuyordu. Kulağıma doğru eğildi, beni de kendine iyice yaklaştırdı, nefesi ve sıcaklığı midem dahil bütün vücudumu ele geçirirken ‘ Yazıyormuşsun, bu haftanın konusu nedir’ dedi. Ağzım açık kalmıştı. Adam benimle ilgili normalde bilmemesi gereken ayrıntıları biliyordu ve bunu göstermekten çekinmiyordu. Benimle ilgileniyorsa neden mesaj atmıyordu, neden benimle değil de bu kızla geziyordu. İşte beni tavlayan da bu ikilemler ve tutarsızlıklardı. Titrekliği bırakıp kendime gelmeliydim. En az onun kadar cool olabilirdim ben de. Vücuduma söz geçirip kendimi zarif bir şekilde uzaklaştırarak ‘Erkeklerin tek eşli olmayı becerememeleri!!’ dedim. Yüzüme baktı ve birazda alaycı bir havayla ‘Sana bu konuda yardımcı olabilirim’ dedi. Daha fazla kendimden emin görünecek halim kalmadığından nazikçe güldüm ve ‘Neden olmasın, iyi geceler’ dedim ve meraklı bakışlarla bizi izleyen Özge’yi de kaptığım gibi olay yerinden uzaklaştım. Ertesi gün bir hafta gecikmeli bir yeni mesajım ekrandan bana bakıyordu.

gecenin şarkıları :James- Say something
                         The White Stripes-I just don't know what to do with myself