23 Kasım 2009 Pazartesi

BLOGGERLA YOLUMUZ BURAYA KADARMIŞ..

SEVGİLİ OKUR,

Ben işleri hafiften ilerlettim ve daha özgür olabileceğim başka bir alan yarattım kendime. Beni bundan sonra  http://www.istanbullover.com/ adresinden okumaya devam etmenizi temenni eder yazılarımı titizlikle takip eden biricik gözlerinizden öperim...

19 Kasım 2009 Perşembe

GAYİZ GAYSİNİZ GAYLER

AKADEMİ 14


Yirmi yaşlarındaydım ilk defa gay bara adım attığımda. Meraklıydım ve İstanbulumu sonuna kadar sömürmeye kararlıydım. Üniversitenin ilk yılları aslında yalan söylemeyeyim şimdi yedi yıl devam eden üniversite hayatım boyunca bırakın Cuma cumartesiyi neredeyse haftanın her gecesi soluğu dışarıda alıyordum. O zamanlar en sık Teoman’ı dinlemeye Doors’a bir de Athena’yı dinlemeye Captain Hook’a giderdik. Bu mekanlarda da çok eğlendik, coştuk, zıpladık ama hiç biri Akademi 14 kadar aklımda kalmadı. Akademi 14; İzzet Çapa’nın şimdiki Heaven’ın yerinde açtığı ufacık tefecik salaş bir gay bardı. Neredeyse salonum büyüklüğünde olan bu mekan, iddiasız dekorasyonuna, sıradan müziğine rağmen kapısında kuyruklar oluşturmayı başarmıştı. İçeride, dışarıda gizlenen kimlikler adeta en doğal halleriymiş gibi ayyuka çıkıyordu. Normalde gay olabileceği aklınızın ucundan dahi geçmeyecek adamlar birbirini öpüyor, kadınlar kız arkadaşlarına erkek gibi sahip çıkıyor, straightlerde kendi hallerinde eğleniyordu. İlk başlarda, bu tuhaf ortamı yandan yandan ‘aman allahım’ bakışlarıyla izlerken karizmayı çizdirmemek adına her şey gayet normalmiş edasında dans ediyordum. Ancak zamanla Akademi 14’ün gittiğim tüm mekanlardan çok daha gerçek çok daha güvenli olduğuna karar verdim.  Ne birbirini kesen sahte bakışlar ne de kasıntı tavırlar vardı. Herkes medeniyetin gerektirdiği kadar samimi ve sınırlarını bilecek kadar da mesafeliydi. Şimdi; wc’leri gay, straight diye ayrılmış, projeksiyonda animasyon porno oynatan, üstlerinde sadece tangayla denizci şapkası olan spor salonundan taze çıkmış kas yığını erkeklerin bara çıkıp dans ettiği bir clup hayal edin. Kulağa ne kadar yozlaşmış geliyor. Ama benim gözlemlediğim en düzgün, en medeni insanlar ordaydı. Ön yargımı çöpe attığım yıllarda o zamanlara denk gelir. Ne yazık ki her eğlenceli mekanın başına gelen Akademi 14’ün de geldi. Adının duyulmaya başlamasıyla birlikte olur olmaz ziyan insanların da uğrak yeri de olmaya başlayan mekan, genç bir arkadaşımızın çıkan kavga sonrası hayatını kaybetmesiyle gece hayatına perdelerini kapattı.

TEK YÖN

Gay bir arkadaşımızın ısrarlarına dayanamayarak gittim Tek Yön’e. Mekan, adının hakkını sonuna kadar veriyor gerçekten de zira karşı cinsi temsilen sadece ben ve Damla vardık. Garsonundan dj’yine kadar herkes gaydi. İçeride hakimiyet varoşlardaydı. File atletlerle gezen hafif kilolu arkadaşlar, müteahhit kılıklı takım elbiseli amcalar, artık iyice İstanbullu olmuş yabancı uyruklular dikkat çeken arkadaşlar arasındaydılar. Kimi el ele tutuşmak suretiyle romantik takılmakta kimi de geceyi kurtaracak arayışlar içerisindeydi. Hınca hınç erkek kaynayan bir mekanda yokmuşuz gibi davranılması gücüme gitmedi değil. Mekanın kapıları kadınlara açık olsa da içeride fazla barınmanız mümkün değil. İster istemez dışlanıyorsunuz. Biz de baktık, gördük ve kendimizi Love’ a attık.

LOVE BAR

Harbiye’de vaktinde Captain Hook diye anılan mekanımız nur topu gibi bir gay bar doğurmuş. Süslü püslü, kırmızı ağırlıklı, bol bol parlak objelerin kullanıldığı, üstü çıplak papyonlu ve fötr şapkalı garsonlarımızın sexi sexi servis yaptığı mekanımızın dizaynı belli ki modaya yön veren gay dekoratörlerden birinin elinden çıkmış. Love Bar’ı merak edip gitmek isteyen hem cinslerime şimdiden söyleyeyim kadınların içeri alınmadığı tek mekandır kendisi. Bizzat lezbiyen taklidi yapan arkadaşların alınmadığına şahit olmuş biri olarak söylüyorum mutlaka kolunuza erkek arkadaşınızı takın giderken.

İçeride sanki daha çok straight erkekler ağırlıklı. Ne garsonlar ne de CK iç çamaşırlarıyla dans eden baylar gay. Nasıl olduysa delikanlı gençlerimiz, kadınların gay barları çok sevdiğine dair bir duyum almışlar ve av için bu mekanı seçmişler. Mekanda Nihat Odabaşından, Gülşen’ine, Hande Yener’ine kadar bir çok marjinal geçinen ünlümüzü görmek mümkün. Bar daha çok gay bar konseptinin priminden yararlanmak adına açılmış. Yine de sıkıldığımı söyleyemem zira gerçekten incelemeye değer çok ilginç gay çiftler görmedim değil. Her biri yüz ellişer kilodan oluşan dörtlü gay grubu hala unutamıyorum mesela..

BİGUDİ

Merak sınır tanımıyor arkadaşlar. Lezbiyen olarak adlandırılabilecek hiçbir eylemim olmamasına rağmen bizim Türk lezbiyenler (sanki yabancısını biliyoruz) nasıl oluyor diye merak edip üç kız kendimizi Bigudi’de bulduk. Adresi internetten öğrenmiştik ama Bigudiyi bulmakta baya zorlandık. Aslında zor olan adres değil, lezbiyen damgası yemeden insanlara ‘Bigudi nerede acaba?’ diye sormaktı. Birkaç kat asansör bir kaçta merdiven tırmanışı sonrası girişteki kadın-adamla yüz yüze gelmeyi başardık. Giriş ücretlerimizi ödemek suretiyle kapılar bize ardına kadar açıldı ama mekan erkeklere tamamen kapalı. Hoş ben bazı kadınları resmen erkek sanmıştım. Gerek giyinişleri gerek hal ve hareketleriyle erkekten farkı olmayan bu kadınların erkek olmadıklarına inanmak oldukça güç. Zira bazılarının sakalları dahi vardı. Dekorasyon berbattı. Salaşlıkla pislik arası gidip gelen bir görüntü hakimdi. Bir yanda bar, onun yanında dj kabini, ortada birkaç bistro diğer yanda da kızlar çıkıp hünerlerini göstersin diye konmuş stant vardı. Gözlemlediğim kadarıyla çiftlerden biri mutlaka erkek görünümünde diğeri de fingirdek kız kıvamındaydı. Erkek görünümlü olanların bir elleri fingirdeklerin belindeyken diğer elleri de rakılarındaydı. Her an kavga çıkarmaya müsait bu arkadaşların etrafa attıkları pis bakışları gerçekten de erkeği aratmıyordu. Üçümüz, Fransız tadında etrafı süzerken yanımızda yarma gül’ün sakallı halini andıran garson beliriverdi. İçmeyeceğimden emin olsam da tırsmış bir ifadeyle bira söyledim kendisine. Elimde biramla kızlarla etrafı çekiştirirken Pelin’e zibidi kılıklı, en fazla yirmili yaşlarında görünen oldukça heyecanlı bir genç kızımız ‘benimle dans eder misin?’ diye sordu. Pelin kırmadı genç kızımızın hevesini ve kızla dans etmeye başladı. Bu durum Güliz’le beni bozmadı değil. Demek biz lezbiyenlerin tipi değiliz diye hayıflandık hafiften. Derken kızımız bizim grubun içine yavaş yavaş sızdı ve başladı muhabbete. Bana doğru eğildi ve beklenen soruyu patlattı. ‘Sen lezbiyen misin?’ Ben soruya önceden hazırlanılmış net cevabımı verdim. ‘Kesinlikle değilim.’ Karşı tarafta olmanın gururu dört bir yanımı sararken kızımız bana ‘Hmm demek doğru kadına hala rastlayamamışsın.’ dedi ve tüm karizmamı çıtır çıtır yedi. Tabi ki kıza sadece şaşkın ifademi gizleyebildiğim kadar gülümsemekle yetindim. Bigudi de fazla kalamadık, kalıplaşmış müşterisi bizim gibi heteroları kusmaya çok hevesliydi. Haksız da sayılmazlardı aslında. Kadın görünümlü erkekleri görmeye alışmıştık ama erkek görünümlü kadınlıktan nasibini almamışlara karşı aynı alışkanlığımız mevcut değildi.

Biz orta halli burjuva hallerimizle her ortama girebileceğimizi vurgulamaya çalışırken onlar bu dünyada bizlere yerleri olmadığını net tavırlarla belirttiler. Ya sonuna kadar içerdesindir ya da dışında. Tadımlık ziyafetlerle işin hazımsızlık kısmından kurtulmamız mümkün değildi. Haksız da sayılmazlardı aslında.



Madem barlardan bahsettik size birkaç dans parçası önermeden edemeyeceğim.

Freemasons ft. Sophie Ellis Bextor- Heartbreak make me a dancer

Serge Devant- Addicted

Not: Bu arada 2012’ye gittim. Ben klasik bir Amerikan filmi izleyeceğimden emin olduğumdan fazla hayal kırıklığına uğramadım. Elbette her şey abartılıydı. Kahramanlar yaratıldı, imkansızlar başarıldı falan filan ama ben her şeye rağmen etkilendim filmden. Açıkçası bana ölüm korkusunu, çaresizliği, kaçışın, kurtuluşun olmadığını iliklerime kadar hissettirdi. Anlaşılan ben ölmekten deli gibi korkuyormuşum. Ya da şöyle ifade etmek daha doğru olacak; zebil gibi, karınca sürüsü gibi binlerce insanla birlikte değersiz şekilde ölmek ve aslında her şeyin ne kadar anlamsızlaştığını görmek beni korkuttu. İçim daraldı ama görsel efektler bana göre iyiydi. Teknikten anlayan arkadaşlara karşı saygımın sonsuz olduğunu da ayrıca belirmek isterim.

10 Kasım 2009 Salı

ORTAYA KARIŞIK

KİŞİSEL GERİLİM


Baktım, insanlar ellerinde ‘ Nasıl CEO oldum’, ‘Quantum Sıçradım’, ‘Sırrı Biliyorum’ tarzı bilumum kitaplarla dolanıyor. Herkes bilgisayarına duvar resmi olarak araba, para resimleri ya da aşık oldukları çocukların resimlerini koymuş bir yandan da şunu istiyorum, buna secret yapıyorum diye sayıklıyor. Heves ettim bende, gittim aldım hepsinden birer tane. Zira kişisel gelişimim diğerlerinden geri kalmamalıydı. Hoş ceo olmaya hiç niyetim yoktu ama belki dedim iş hayatının çetrefilli yollarında bana yardımcı olur. İtiraf ediyorum o kitaplardan sadece 10 sayfa falan okuyabildim. Kendileri şu an kütüphanemde dekor olarak kullanılmaktalar. Kimse gocunmasın yazana da saygı duymak lazım ama bana bıdı bıdı, bilmiş bilmiş, şöyle ol, şunu yap, her şey senin elinde diyen kitaplardan hiç haz etmiyorum. Yalnız bu tarz kitaplardan sadece birini sonuna kadar okumayı becerebildim. Onu da almaya hiç niyetim yoktu aslına bakarsanız ama lanet olsun şu işaretlere takıyorum işte. ‘Evrenden torpilim var’ tam üç kez türlü türlü yollardan bana ulaşınca duyarsız kalamadım. Yazan arkadaş oyuncuymuş, yıllarca Amerika’da yaşamış, çok zor günler geçirmiş, parklarda uyumuş falan ama ne zaman ki evrene doğru mesajlar göndermeye başlamış, durumu da giderek düzelmiş. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak bizlere de faydalı olmak istemiş ve oturmuş insanlara istemeyi öğreten bol egzersizli bu kitabı yazmış. Adam Amerikalıların sahte samimiyetiyle ağızdan çıktığı gibi yazmış kitabını. Eğer kendi hayatından esinlenmeseydi hayatta okumazdım. Aslında yazdığı bazı şeyler de mantıklı gelmedi değil. Mesela Yunus Emre’nin de iddia ettiği gibi her birimizin Tanrı’nın bir parçası olduğumuza ve Tanrı’nın bizim aracılığımızla tüm deneyimleri, duyguları tattığına inanıyor.  Bay Torpilliye göre evrene olumlu mesajlar gönderirsek, o da bize istediklerimizi mutlaka verecekmiş. Bu sebeple olumsuz tüm kelimelere yasak koymuş kendisi. Yalnız bunu uygulamak benim açımdan baya bir gerilime yol açtı. Mesela bana gelen en klasik en sık sorulan soru ‘Erkek arkadaşın var mı?’ veya ‘Araban var mı?’ Refleks olarak ağzımdan YOK çıkıyor ve ZzZzZortttt yanıyorum. ‘Yok’ yanlış kelime, olumsuz mesajlar göndermiyoruz. Peki ama ne diyeceğim. Bir keresinde erkek arkadaşım var dedim sırf bu yüzden. Ama bu cevabın ardından gelen binlerce soruya cevap veremeyince pes ettim yine geldim YOK’un dizinin dibine oturdum. Anlaşılan o ki benim kişisel gelişimimden ancak yüksek voltajlı gerilim ortaya çıkıyor. Zaten ben kaderciyimdir. Yani arada kadere teslim olmak lazım. Her şey o kadar da elimizde değil. Bazen ne yaparsan yap olmuyor işte.

2012 DENİZ

Geçenlerde ısrarlara dayanamayıp yeni evli bir çift arkadaşıma yemeğe gittim. Bir yemeğin bu kadar ufkumu açacağı gerçekten hiç aklıma gelmezdi. Bizim kız Deniz ben görmeyeli kendini reikiye, yogaya ve maya takvimine adamış. Hadi diğerlerini duyduk, denedik, sıkıldık ve arkamıza bakmadan terk ettik de maya takvimini duymamıştım daha önce. Deniz’in edindiği bilgilere göre Maya denen milletin takvimi 21 Aralık 2012 tarihinde bitiyormuş. Bitiş tarihinden itibaren tam dört gün sürecek bir güneş tutulması başlayacak ve bir çağ sona erecekmiş. 2012 Deniz’in iddialarına göre bu dört gün boyunca hiçbir elektronik alet çalışmayacak ve büyük bir kargaşa yaşanacak ve bu kargaşadan ancak reiki ve yoga yapanlar sağ olarak kurtulabilecekmiş. Çok büyük sabır işiymiş çünkü o günlere dayanabilmek. Hayata sımsıkı tutunan kızımız da kolları sıvamış ve başlamış reiki derslerine. Sadece kendisi başlasa iyi zavallı kocasını da sürüklemiş ardından. Hatta hızını alamayıp beni de reiki derslerine götürmeye karar verdi. Ben ona biraz düşüneceğimi söyleyerek bu işten bir süreliğine de olsa yırtmayı başardım ama elime hocasının numarasıyla maya takvimi kitabını tutuşturmayı ihmal etmedi. Bu arada Deniz seni seviyorummmm, çok tatlısın 

Bu hafta vizyona 2012 giriyor. Bakalım anlatılanlar doğru mu? İzleyip yorumlarımı en kısa sürede bildireceğim…

Mutlaka dinlenmesi gerekenler listesine Placebo’yu ekliyorum. Kendilerini herhalde yüz yıldır falan dinlerim ama eminim aynı şarkılarını bir yüz yıl daha dinleyebilirim. Adamın iç gıcıklayıcı sesine ve şarkı sözlerine bayılıyorum. Hangi kafayla yazıyorlar ve besteliyorlarsa aynen devam etsinler, arkalarındayım..Dilediğiniz şarkısını seçin ve şans verin pişman olmazsınız…

8 Kasım 2009 Pazar

ÖZEL GÜNLERE GICIĞIM BİRİ HARİÇ

Özel günlere karşı gıcığım var benim. Sevgililer günü mesela en sevmediklerimdendir. Yanlış anlaşılmasın sevgililerimi bir türlü o güne denk getiremediğimden, romantik hediyeler alamadığımdan, mum ışığında yemekler yiyemediğimden değil kesinlikle. Derdim konsepte gereğinden fazla anlam(para) yüklenmesi. Tamam vaktinde aşık olup sevdiğine kavuşamadan ölmüş olan sevgili arkadaşımız Valentinus’un ardından Romalılar sevgililer günü kutlar olmuş anladık da konseptin benimle alakası nedir? Benim ilişkim için manası nedir? Anlayacağınız 14 Şubat kutlamaları bana pek sahte gelir. Öte yandan 14 şubatda ciro patlaması yaşayan çiçekçiler, restoranlar ve özellikle iç çamaşırcılar için sevinmiyor da değilim. Maksat ticari hayat canlansın.Gelelim yılbaşı kutlamalarına.. 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gecenin de maalesef benim açımdan diğer gecelerden hiç farkı yok. Benim için yılbaşı, aile büyüklerinin bir araya gelip soba üzerinde kestane ısıtıp TRT 1 ‘de Emel Sayın, Zeki Müren ve bilumum dansözün izlendiği, tombala oynanan bir geceden ibaretti. Şimdiyse camlar renkli ışıklarla süsleniyor, yapma ağaçlara saçma sapan süsler asılıyor ve mutlaka dışarıda maç kazanmış gibi sevinçle dolaşan kalabalıklara karışılıyor. Belki bazıları için yeni yıl, yeni başlangıçları falan ifade ediyor olabilir ya da güzel geçen yıla anlı şanlı veda etmek istenebilir de ne gerek var bu kadar zahmete ve masrafa girmeye? Zaten normal günde bile ite kaka ilerleyen İstanbulum’un trafiği yılbaşı gecesi ilerlememek suretiyle kilit kelimesinin anlamını iliklerimize kadar bize yaşatır. Sonrasında gideceğiniz mekandan ise normal zamanda aynı şeyleri yiyip içip 50 lira verecekken sırf yılbaşı gecesi diye 150 kağıt ödeyip çıkılır. Kısacası çok büyük coşkuyla girilmek için çaba harcanan yeni yıla, oranızı buranızı dürten kalabalık ve poponuzda bir kazıkla giriverirsiniz. Neyse tekrar ediyorum tüccarımız kazansın mühim değil.


Gelelim doğum günlerine ve orda biraz duralım. Otuz birinci yaşıma alışmaya çalıştığım şu günlerde yeni bir farkındalık daha yaşıyorum. Her yıl saat tam on ikiyi bir gece heyecanla telefonuma bakmaya başlarım. Elbette doğum günümün hatırlanıp kutlanması çok hoşuma giderdi ama öyle abartılı kutlamalar bana göre değildi. Yani dünyaya gelip, topluluğa karışıp hayatımı ince ince kurmaya çabalayan varlığımı, beni aşan doğum günü partileriyle kutlamak adetim değildi hiç. Zaten aileden de böyle bir ihtimam görmemişiz. Her Allahın günü illaki masrafa soktuğum ailem bir de doğum gününde hediye almayı gereksiz bulurdu. Ergenliğe kadar minik arkadaşlarla, kocaman annelerle kutlamıştık zaten doğum günlerini. Şimdi eşek kadar olmuşum, utanmadan bakın ben bir yaş daha büyüdüm diye doğum günü organizasyonları yapıp hediye almayı istemeden de olsa zorunlu kılıp bir de üstüne yemek masrafını ekletecek değildim. Oysa bu yaşıma kadar bakıp da göremediğim bir gerçek varmış. Doğum günleri, doğum günü sahibi tarafından değil tam aksine sevdikleri tarafından kutlanan bir günmüş. Dünyaya geldiğin için onurlandırıldığın ve varlığının sevdiklerin için anlamının ifade edildiği bir günmüş doğum günü. Otuzbirinci yaşımda yaşlandıkça hayatımdaki yerleri sağlamlaşan dostlarım yaptıkları sürprizleriyle, güzel temennileriyle, içtenlikle alınmış hediyeleriyle onlar için önemimi en doğal en mükemmel şekilde bir kez daha vurguladılar.

Beklenmedik şekilde şımartıldığım, mutluluk çizgimin tavan yaptığı bugünü kutlamasız bırakamazdım. Longtable’ın rüküş dekorasyonunda, Bihter- Firdevs’in yalı şıklığında, sigaralı-sigarasız ayrımına ve müziklerin kulakları doldurmamasına rağmen harika bir gece yaşattınız bana tekrar teşekkürler….

1 Kasım 2009 Pazar

KAÇIŞ

Çok sıkıldım.. Projemi yazıp, yüksek lisansımı tamamlayıp hala açılımını bile bilmediğim LLM ünvanını almam gerekiyor. Koca koca kitaplar bana, ben onlara bakıyorum. Romantik bir aşk doğar belki aramızda diye ümit ediyorum. Ama bugün görünce havuza girme iştahımı kaçıran, komple kıl olarak dünyaya gelmiş adam kadar çekici görünüyorlardı bana. (bizim kafaya bone zorunlu ya.. bunlara da haşema giydirmek lazım bana kalırsa..bu kadar büyük lafa maymun gibi bir sevgiliyi de hak ettim kesin ama neyse.. ) Sahiden hiç kimse bu adamcağıza birader çok kıllısın bir çare bul dememiş mi? Ya da hiçbir kadın bu kıllarla seninle yatağa girmem mümkün değil dememiş mi? Ben derim neler demedim.. Kendim de mükemmel olduğumdan değil hani.. O da bana söylesin varsa bir derdi.. Kimse saklamasın.. Düzeltilebilecek bir şeyse tabi.. Ama insanlar alınıyor hemen.. Gururları kırılıyor.. Mesela bir çocuk vardı.. Aylarca pes etmedi benimle buluşmak için aradı durdu.. Çocuk yakışıklı bile sayılırdı aslına bakarsanız.. Ama benim canım hiç istemedi nedense buluşmak.. Yanlış anlaşılmasın öyle peşimden falan koştuğundan değil.. Ne bileyim.. İçi boş konuşmalar geçiyordu aramızda sıkılıyordum.. Neyse beş ay sonunda kabul ettim sinemaya gitmeyi..Her centilmen gibi beni evden almayı teklif etti.. Kabul ettim.. Arabayı park ettik ve sinemaya doğru yürümeye başladık.. Filme yetişme ve fazla konuşmama çabasındaydım..Kendisine alıcı gözle bakamamıştım.. İğrenç bir korku filmi seçtim..Bilinçaltı bir seçimdi sanırım.. Gerçi iyi olan bir korku filmi var mıdır tartışılır.. Saysam öbür elim boşta kalır..Filmde bizden başka kimse yoktu.. Çok sıkıcı olmasına rağmen filme dikkat kesildim..zira kafamı çevirsem biliyorum göz göze geleceğiz .. O pırıltılı gözlere bakmaya dayanamayacağımı biliyorum.. Uzaktan bakıldığında çok acıklı aslında.. Salonda ağzı kulaklarında sevimli bir insan, yanında sahte olduğu her halinden belli tedirgin bir tip..Sinema yöneticileri de filme ara verilse seyircinin kaçacağını tahmin ettiklerinden ara vermeden filme devam edip benim kurtarıcım oldular..Eve gittiğimde yalnız uyumaktan pişman olmayacağım filmden çıkarken şöyle bir baktım bizim çocuğa.. Aman tanrım kaç kilo almış böyle?? Kot pantolonun içine zor sığmıştı.. Yanlardan lovebeltler, önden de göbeği fırlamıştı.. T-shirtü bile göbeğini kapatamıyor hafif havada kalıyordu..Dayanamadım ve sen ne kadar kilo almışsın dedim.. Yediklerinden o anda pişmanlık duyan bir utangaçlıkla gülümsedi ve evet biraz aldım dedi.. Nerden geldiğini anlamadığım bir cesaretle, terbiyesizlik duvarının sınırlarından ‘ yok, baya almışsın ‘ diyen sesim geldi kulağıma...Aynı utanmazlıkla devam ettim          ’ vermeyi düşünüyor musun?’ Aslında bu dediğim baya ayıptı biliyorum. Ama bu sadece göze hitap etme olayı değil artık sağlığı için de vermesi gerekiyordu. Kendisi en fazla 175 cm.di. Gerçi sorsanız 180 falanım der. Neyse 175 boya tam 100 kiloydu. Olacak iş değildi hem de bu yaşta.. Sen acil diyete ve spora başla dedim. Çocuk efendi çıktı bişi demedi. Ama beni bir daha aramadı. Kilo vermeyi bekliyordur belki de kim bilir..

Bakıyorum kitaplara tekrar.. yok hala soğuk aramız..Zamanın da daralmasının etkisiyle aramız ısınmalı diye düşünüyorum.. Tam bir Türk olduğum yumurta ağzına gelince asılmamdan belli aslında.. Sanırım ben strese girmeyi seviyorum…

Müziksiz yapamam ben. Tabi ki Gotan project ve bu aralar favorim la vigueela- bu arada Gotan olmasa bizim dizilerin sofistike ortamlarında ne dinlenecekti merak ediyorum.. her seçkin ortamın müziği yaşasın gotan project..
 Son zamanlarda bir de AYO - Down on my knees'e taktım.. kız çok içli söylüyor.. bayılıyorum...

30 Ekim 2009 Cuma

BİR SAVERİSTANBUL YAZISIDIR.

EYVAH KİLO ALMIŞIM!!!


İlkokul yıllarımda bana ‘İskeletor, deve kuşu’ gibi takma isimler yakıştırılırdı. Anlayacağınız üzere iştahsız bir çocuktum. (Yaşı kemale ermiş olanlar iskeletor karakterini He-Man’den hatırlar.) Zavallı annem elinde yemek dolu tabaklarla peşimden koşturur, iki lokma daha yesem içi rahatlardı. Kilo alabileyim diye arı sütleri, iştah şurupları mı içirilmedi. Sütten nefret etmeyeyim diye içine ballar, kakaolar mı karıştırılmadı. Ama yok hiçbiri fayda etmedi ta ki ergenliğime kadar.

Ergenlik dönemine girişimle beraber iştahım da fena halde açılmıştı. İşin güzel yani ise ne yersem yiyeyim kilo almıyordum. Hele üniversite yıllarımda kaldığım öğrenci evinde yediklerimi normal bir insan yeme gafletinde bulunsa birkaç ayda eminim rahatlıkla on kilo alırdı. Abarttığımı düşünüyorsunuz ama birkaç örnekle ikna olacağınıza eminim. Öğrenci evinde malum en çok tüketilen gıda ürünü makarna ve patatestir. Ben bir gece insanı olduğumdan her zaman geceleri ders çalışırdım. E sabaha kadar aç mideyle çalışmam mümkün olmuyordu. Bu durumda en basit çözüm ya yarım ekmek büyüklüğünde sucuklu kaşarlı bir tost ya da mayonez ve ketçap karışımıyla harmanlanmış makarnadır. Sofradan tatlısız kalktığım görülmemiştir, hemen üstüne de nutella kaşıklanır. Gündüzleri de hooop bir telefon yandaki kebapçıya gelsin lahmacunlar, künefeler..Tabi bu doğuştan geldiğini düşündüğüm şanslı yapımın da bir sınırı varmış onu da işe girince anladım.

İşe başladığım ilk yıllarda iş arkadaşlarım bende bir tuhaflık olduğunu anlamışlardı. Neredeyse tüm öğünlerimi kıtlıktan çıkmış gibi yediğime ve buna rağmen incecik kaldığıma şahit olunca, başladılar söylenmeye; bu kadar yemeye nasıl kilo almıyorsun, biz on yaşımızdan beri diyet yapıyoruz, bu resmen haksızlık diye. Arkadaşlar nazar değdireceksiniz yapmayın etmeyin dedim ama nafile ne zaman yemek yerken görseler cık cıklamaya bu kadar da olmaz demeye devam ettiler. Ta ki bu seneye kadar.

Baktım iş yerinde sürekli oturuyorum, deli gibi yemek yiyorum ve giderek yaşlanıyorum. Adeta ışık hızında çalışan metabolizmam da benimle beraber yavaşlayacak elbet diye düşündüm. Biraz hareket lazımdı bana. Gittim iş yerime yakın bir spor salonuna yazıldım. Biliyorum çünkü eve girersem hayatta spor için çıkmam bir daha. Hayatımda spor yapmamıştım. Spor salonlarıyla ilgili olarak duyduğum tek şeyse erkek/kadın arkadaş edinebilmek için mükemmel yerler olduğuydu. Tabi işin bu kısmı şimdilik umurumda değildi. Benim sporu hayatımın bir parçası haline getirmem gerekiyordu aksi halde bu serbest stil yemelerime bir son vermem gerekecekti. Adet; genelde pazartesi yeni bir başlangıç olacak diye başlanılan spora devam eden günlerde gitmemekti. Ama ben yılmadım haftada en az dört gün devam ediyor, kendi terimle duş almış görünümüne gelene kadar da spor yapıyordum. Tabi bunda, sonradan spor delisi olduğuna karar verdiğim kıvamında kastan oluşan arkadaşımızın da etkisi olmadı desek yalan olur. Neyse yüksek lisansımın sınav vakti geldiğinden ne yazık ki sporumu da aksatmak durumunda kalmıştım. Arada da arkadaşlar tarafından sinemayla yemekle kandırılıp spordan alıkoyulmalarım da başlamıştı. Tüm düzenim şaşmıştı ve ben haftada bir bile gidemez olmuştum spora. Gel zaman git zaman hiç tartılmayan ben, birkaç pantalonumda darlık hissedince soyunma odasında her köşeye itinayla konmuş tartıları daha fazla görmezden gelemedi ve tartıldı. O da ne? Beş kilo mu almışım? Nasıl olabilirdi bu? Hemen açıklayayım. Bu spor denen illet iştahımı daha da açmıştı. Nasılsa spor yapıyorum diye umursamamıştım. Ancak spora gidiş sıklığım azalmıştı ve ben aynı şekilde yemeye devam etmiştim. Sonuç ortada.

Bu kilo denen canavar bir kez sizi ele geçirdi mi kurtulmanın imkanı yokmuş meğer. Bir dönem manyaklar gibi dikkat ettim yediklerime. Kalori nedir bilmezken, kalori saymaya başladım. Et oburken içimi dışımı yeşillikle doldurdum. Ama hiçbiri işe yaramıyordu. Şimdilerde ise sakin olmaya karar verdim. Takmazsam giderler diye ümit ediyorum. Ama siz siz olun düzenli yapmayacaksanız sporu hayatınıza sokmayın.

Yazardan not: Benim yazdıklarıma bakarak indirim kuponlarınız kullanmazlık etmeyin. Suç yemeklerde değil düzensiz sporda. Ben yandım siz yanmayın...

http://www.saveristanbul.com/

28 Ekim 2009 Çarşamba

31'E SAYILI GÜNLER KALA...

Neeee OOOTUZZZBİRRR yaşında mısın? İnanmıyorum hiç göstermiyorsun.. Yirmi iki yaşındayken ne kadar büyük gelirdi otuzlu yaşlar. Utanmadan otuz yaşlarındaki insanlara yaşlı bile dediğim olmuştur. Otuzlara geldik, gördük ki durum hiçte yirmilerden bakıldığı gibi değilmiş.


Geçenlerde birkaç arkadaşımla oturmuş ilişkilerden konuşuyorduk. Konu döndü dolaştı yaşlanmamıza geldi. Biri erkek diğeri kız olan yaşıtlarım ‘keşke on sekizimize dönebilsek’ dediler ve kesinlikle onaylayacağımdan emin ama yine de ‘Evet ben de isterdim’ i yüksek sesle duymaya aç gözlerle bana baktılar. Şöyle bir düşündüm, daha önce hiç düşünmemiştim. Asılı kalınan bu zaman diliminde, konu dağılır diye beklerken arkadaşlar ısrarla gözlerimin içine içine daha büyük bir baskıyla baktılar. ‘Ben de’ desem rahatlayacaklar ve konu hemen değişecekti biliyorum. Ama diyemedim. Bazen bu gereksiz dürüst ve muhalefet yanımın katili olmak istiyorum. Zira beni, içinde bulunmaktan sıkıldığım tartışma ortamlarına, aslan kafesine atılan etler gibi bıraktıkları çok olmuştur. Artık ürkütücü olmaya başlayan sessizliği dağıtmam farz olmuştu ve ben de ‘Neden isteyeyim on sekizime dönmeyi’ dedim. Yıllarca, önce aile tarafından sonra sırasıyla tüm eğitim kurumları tarafından üzerime yapıştırılmış yasaklardan, ayıplardan kendini tanıyamamış ne istediğini anlayamamış halime mi dönmeliydim? Önceden benim adıma verilmiş kararlara yarım aklımla tekrar mı uymalıydım? Manyaklar gibi kitap okuyup ‘her şeyi çözdüm, aşkı da yaşadım acıyı da’ modunda dolaştığım, ama dünyadan bi’haber olduğum komik zamanlarıma mı dönmek istemeliydim? Hepsi bir yana, halk içinde ‘tazelik’ olarak adlandırılan ergenlikten kurtulduğunu sanan ama hiçbir duyu organının tam anlamıyla yerini bulamadığı yüzüme mi yoksa gelişimini hala tamamlayamamış vücuduma mı dönmeliydim? Daha da korkuncu, halen kadın dergilerindeki saçma testleri çözerken bile zamanla yarıştığımı sanmama neden olan, güya zekamızın ve toplumdaki yerimizin belirlendiği o aptal sınavlara tekrar mı girmem gerekecekti? Bu bir kabus olmalı. Düşünüyorum ve yok diyorum ben yaşıma bayılıyorum. İşim var, kariyerim var, hayatla ilgili tüm algılarım açık, tamamen olmasa da çoğunlukla özgür sayılırım üstüne üstlük kim olduğumu ne istediğimi de anlamaya başlamışken deli miyim döneyim o yaşlara.. Konuşmamın ardından, herkesin isyan ettiği yaşına gayet haklı ve mantıklı sebeplerle sahip çıkmanın gururu paha biçilemez diye düşünürken, arkadaşım ‘ Ama sen şanslısın senin gözaltı torbaların yok henüz’ dedi ve tüm karizmamı bir nefeste dağıtıverdi.

Yalnız ,otuzlu yaşlara gelmenin bir olumsuz tarafı var ki gerçekten insanı Muro’nun deyimiyle ‘Lanet olsun içimdeki insan sevgisine ‘ dedirtecek noktaya getirebilir. Bu sabah, Türkçeye çevrilince kulağa hoş gelmediğinden İngilizcesini kullanmayı tercih ettiğim date denilen yemek-sinema klasiğini yaşamış olduğum biri aradı telefonumu. Date sonrası biri’yle uygun olmadığımızı anlamış kırıcı olmamak adına çağrılarını kibarca geri püskürtmüştüm. Ancak ortak arkadaşlarımız olduğundan arada bir karşılaşmaktan ve hayat nasıl gidiyor adı altında yaşanan sahte muhabbetlerden kaçamamıştım. Biri, hukuki bir konuda dara düşmüş ve ilk yardım çantası olarak da beni kullanmayı tercih etmişti. Uzun süredir aramadığın birisini işin düşünce aradığında, zart diye konuya giremez daha önceleri aramamış olmanın verdiği titreklik ve sorunuma çare ol ezikliği ile ne haber nasılsından dem vurursun önce. Bizim konuşmamız da farklı gelişmedi. Ben, birinin durduk yere aramayacağını bildiğimden sadede gelse diye kıvranırken, biri benim iyi olduğumu öğrendikten sonra ortak arkadaşlarımızdan Güliz’in nasıl olduğunu neler yaptığını sordu. Ben de, sabırla ve merakla ‘İyi, ne yapsın, aktivite insanı işte, toplantıları biter, korosu başlar, koro biter derneği başlar.. Koşturuyor durmadan.’dedim. Biri, konuya girmek için henüz erken diye düşündü ve belki de sonradan pişman olacağı ‘Ya bu kızın da girmediği ortam kalmadı ama bu yaşa geldi hala yalnız, yazık valla’ cümlelerini art arda sıralayıverdi. Bu arada birinin son bir buçuk yıldır evliliğe doğru giden bir ilişkisinin olduğunu dip not olarak düşmek isterim. Biri, ‘Bana basssss!!’ diye kırmızı alarm veren düğmelerime basıvermişti. Artık uzun süredir görüşmediğim evli ya da evlilik yolunda ilerleyen arkadaşlarımın gözlerini kısarak ‘sende hala yok mu bişi? ’ sorularına sinirden kudurduğum halde ‘kısmet’ diye cevaplandırdığım sabırlı tavrımdan eser kalmamıştı. Telefonun diğer ucundaki zavallı çocuğu yaklaşık olarak beş dakika boyunca laflarımla dövdüm. Önce yalnız olmanın sanıldığının aksine acınacak bir durum olmadığını sonrasındaysa toplumun, otuzuna gelmiş ve bekar kadınlara ‘işin bitmek üzere’ paniğini yaşatmasının ne kadar saçma olduğunu kendimce açıkladım. Biri, eli mahkum katıldı sözlerime. Tek derdi yaşadığı hukuki soruna çözüm bulmak olan arkadaşa gereksiz şekilde patlamıştım kuşkusuz. Onun hatası, otuzlarında ve bekar bir kadın olmanın acınası bir durum olduğunu vurgulayan bininci insan olmasıydı.

Evet itiraf ediyorum sevgili arkadaşlar, otuz birimi doldurmama sayılı günler kala derdim, yaşlanıp, buruşmak değil. Monica Belluciler, Nebahat Çehreler ve genlerim sağ olsunlar bu konuda moral düzeyimi her geçen yıl daha da arttırıyorlar. Derdim, otuzlarında ve bekar olmak hiç değil. Aksini iddia eden yaklaşık elli milyon insana rağmen. Benim derdim başka, bambaşka…