30 Ağustos 2009 Pazar

FİNAL DESTİNATİON 4

Her ne kadar konusunu gayet net bi şekilde bilsem de üç boyutlu olduğunu öğrenince ilginç bir deneyim olabilir diye merak edip gittim. Siz de bilirsiniz bir serinin her zaman ilkleri en güzelleridir. Testere olsun Matrix olsun bu tarz filmlere en güzel örneklerdir. Çünkü her birinin ilkinde sizi tabiri caizse dumura uğratan senaryolarla karşılaşırsınız. Devamında ise artık neyle karşılacağınızı bildiğinizden asla ilki kadar etkilenmezsiniz. İşte bu film de onlardan biriydi. Evet konumuz aynı, evet ölümün her seride yaratıcı ama basit ve rastlantısal geliş yolları yine insanı ürpertiyor. Ama bu seferki diğerlerinden daha bir geriyordu sanki insanı çünkü üç boyut olayı filme resmen ayrı bir heyecan katmış. Genç ve yakışıklı oyuncularımızın yeteneksizliğine rağmen bence film müthiş olmuş. Şüphesiz bunda en büyük pay 3 boyutlu görüntünün. Ölüm saçan taşların, tornavidaların gözünüze doğru fırlaması cidden yerinizde irkilmenize neden oluyor. Eğer gerilmekten hoşlanıyorsanız mutlaka gidin derim. İyi seyirler şimdiden...

29 Ağustos 2009 Cumartesi

EKONOMİ BİR DE BANA CAN VERSE

Haftaiçi servise yetişme telaşıyla keyfini çıkaramadığım yatağımda bir o tarafa bir bu tarafa yayılmak suretiyle yeterince tembellik yaptıktan sonra nihayet uyanmaya karar vermiştim bu sabah. Evimde dışarıdan gelen bir dalga sesi olmadığı sürece sessizliğe dayanamadığımdan ilk iş olarak televizyonu açtım ve banyoya doğru ilerledim. Tam dişlerimi fırçalarken kulağıma 'bir gevrek simit alın ekonomi canlansın' cümlesi çalınıverdi. Merak ettim elimde dış fırçasıyla reklamı izlemeye başladım. Önce üstünde durmak istemedim. Ama gün boyunca simitçi, çiçekçi, bakkal olarak karşıma çıkan ekonomistlere artık daha fazla kayıtsız kalamadım.

Şimdi bu reklamlarla (benim anladığım kadarıyla tabi) halk, 'satın alma' yoluyla ekonomiyi canlandırmaya davet ediliyor. Özellikle herkese hitap etsin diye de maddi değeri düşük olan simitcik, minicik bir sakız ve bir adet de çiçek bu amaca alet edilmiş. Evet herkes bir simit alsın ki fırıncı da kazansın unu öğütende kazansın vs.. Eywallah güzel söylüyorlar da benim merak ettiğim bazı sorular var bilmem sizin de kafanıza takıldı mı...

1- Neden bir seyyar satıcıdan fişini dahi alma imkanı olamayan bir gevrek simit yahut çiçek alayım. Bu insanlar vergi ödüyorlar mı bir kere? Yani demek istedikleri aslında 'vergi kaçıranlardan alışveriş yaparsanız ekonomi canlanır' yahut 'siz de alın elinize bir seyyar araba vergisiz satın simidi para kazanın' mı ? Bu çiçekçi ve simitçileri zabıtalar kovalamıyor muydu? Yoksa ben mi yanlış hatırlıyorum. Bir zamanlar değnekçilere para verirdik sokağımıza park etmek için sonra belediyemiz bu işe el attı ve ispark geldi onların yerine. Acaba belediyeler şimdi de simitçilik, çiçekçilik işlerine mi başladılar??

2-Çok güzel beni hiç değilse bir sakız al da ekonomi canlansın diye davet ediyorsun da acaba merak etmiyor musun 'paran var mı' diye?? Tamam ekonomiye canım kurban ben onu hemen bi kıpraştırayım ama neyle?? Sen benim elektiriğime, benzinime, şekerime bir yılda on kez zam yap. Telefonla konuşmamdan tut, aldığım tuvalet kağıdından bile vergini takır takır kes. Hadi bunların hepsini geçtim aldığım üç kuruş maaşı sene sonuna kadar bir türlü anlayamadığım yollardan kırpa kırpa kuşa çevir. Ondan sonra bi de utanmadan masum bir simidi kullanmak suretiyle ekonomiyi canlandır diye bana vicdan yap.

İlkokuldan beri 'vergi öde sana yol, su, köprü olarak geri dönsün 'diye beynime komut veriyorsun sonra o geçtiğim köprü için içtiğim su için benden para alıyorsun. Ben maaşıma daha dokunamadan yarısını, vergi diye sağlam gitsem sağlığımı kaybedeceğim hastanelerde güya ücretsiz sağlık hizmeti alacağım , emekliliğimde üç kuruş para alacağım diye kesiyorsun ama tirilyonlar değerinde vergi kaçıranı affediyorsun. O zaman vergi kaçıranlar, isviçre bankalarında hesapları olanlar canlandırsın ben canlandırmıyorum kardeşim ekonomiyi. Almıyorum bundan sonra zorunlu ihtiyaçlarım dışında hiçbirşey.

28 Ağustos 2009 Cuma

cruel intentions

Son zamanlarda cep telefonum en vazgeçilmezim haline geldi. İletişim kurmak bir yana, sevdiğim tüm şarkıları dilediğim an dinleyerek kendimi dünyadan ve tüm gerçekliklerden koparabilme özgürlüğüne sahip olmaktan kaynaklanıyordu benim bağımlılığım.

İşte sıradan ama ayrıcalıklı hayatımın, sorgulamalarımın, acımasız eleştirilerimin, keşiflerimin içinden bir servis yolculuğu sırasında da olsa çıkabildiğim yegane anlardan birisini daha yaşıyordum bugün. Sıradaki şarkıyı bana sürpriz yapsın diye cep telefonumun keyfine bırakmıştım. Çalan şarkı The Verve’den Bitter Sweet Symphony ‘di. Sizleri bilmem ama ben bu şarkıyı ilk kez 1999 yapımı Cruel İntentions filmini izlerken dinleme şansına sahip olmuştum. Ve işte bu yüzden de aklıma hep bu şarkının çalmaya başladığı o kare gelir. Esas oğlan Sebastian ve kızımız Annette, Sebastian’ın kıymetli Jaguar’ının içinde ilk kez aşık olduklarının farkına varırlar ve onlar el ele tutuştuğu sırada kamera kuş bakışı olarak arabadan uzaklaşırken bu şarkı çalmaya başlar. Bu sahneyi bana göre özel yapan, oldukça varlıklı, karmaşık ailevi ilişkilere sahip, hayatı boyunca sevilmemiş ve sevmemiş, tek amacı skor olan halk dilinde ‘piç kurusu’ olarak da adlandırılan esas oğlanımızın ilk defa bir kıza aşık olduğu anın mükemmel bir çekim, mükemmel bir müzikle birleşmesi ve ilk aşkın heyecanını, ilk defa birinin elini gerçekten tutmanın verdiği gücü onlar kadar bana da hissettirmesindendir. Zaten filmi film yapan bu değil mi.... sizi de içine çekmedikten sonra o filmi izlemenin esprisi nedir ki... Nitekim oyuncular da kendilerini fazla kaptırmış olsa gerek bu filmin ardından evlendiler ve bir de çocuk sahibi oldular.

İşi magazine dökmek suretiyle konudan saptığım bu paragraflarda aslında tek anlatmak istediğim; her şarkının, her kokunun, her tadın bende farkında olmadan bir iz bırakmasına ve bir başka zaman diliminde beni o ‘an’ a götürebilmesine bayıldığımdı.

İnsan tuhaf yaratık, cevaplanamamış en güzel en eğlenceli en tuhaf soru....

INGLOURIOUS BASTERDS, TARANTINO VE HAYALLERİM

Pulp Fiction’ı ilk kez izlerkenki heyecanımı, sessiz kıpırdanmalarımı, hayretten bir türlü kapalı tutmayı beceremediğim ağzımı, tam yerinde giren muhteşem müziklerini, sonradan neredeyse ezberlediğim repliklerini o kadar net hatırlıyorum ki kendime şaşırıyorum. Bir film beni ancak bu kadar etkileyebilirdi. Üstelik bu film bohem bir esmer olarak karşımıza çıkan Uma Thurman’ın doğuşunu, John Travolta’nın dönüşünü ve Bruce Willis’in de sadece fırlama rollerin adamı olmadığını da müjdeliyordu. Kimdi tüm bunları bir araya getiren diye sormamak, hayran kalmamak elde değildi..Ve Tarantino artık hayatımdaydı. Film izlemeyi hep çok sevmiştim ama Tarantino’yu tanıyana dek bir yönetmenin sıkı takipçisi olmamıştım hiç. Nitekim bu takibim boşa çıkmamıştı. Filmlerinin ve senaryolarının devamı da aynı muhteşemlikle beni baştan çıkarmaya devam etmişti.

Şimdi burada adamın yaptığı tüm filmlerin her birinden ayrı ayrı etkilenmiş olsam da hepsinden bahsetmeyeceğim. Yalnız Kill Bill volume 1 ve 2 ‘ye değinmeden de geçemeyeceğim. Nitekim asıl noktam olan son filmi Inglourious Basterds’da Kill Bill’e göndermeleri aynı müziği kullanacak kadar fazlaydı. Bu adam intikam duygusuna bayılıyor. Özellikle de kadınınkine..Adam, bir kadının birikmiş kininini, içindeki tüm duygusallığı öldürmek suretiyle acısını nefrete dönüştürmesini,sabırla o günü beklemesini, o kin ve hırsla bir erkeği dahi gölgede bırakacak şekilde güçlenmesini ince ince ve büyük bir zevkle işliyor filmlerinde. Sanki kadının üstünlüğünü kendisi çoktan kabul etmiş de bunu bütün dünyaya ispatlamak istiyor. Herhalde hepimizin bildiği üzere Kill Bill1-2’nin kahramanı nam-ı değer black mamba-Beatrix Kiddo buna en güzel örnek olsa gerek.Filmin konusu tek cümleyle açıklanabilecek kadar basitti aslında ama gel gör ki içerik, çekimler, sürekli merakını ayakta tutan, tahminlerine fırsat bırakmadan flashbacklerle devam eden bir film akışı, her karakteri ayrı ayrı mercek altına yatıran kareleri insanı aynı filmi sıkılmadan defalarca izleyebilecek kadar etkiliyor. Buraya kadar her şey harika ama aynı esintiyi yaratmak istediğini tahmin ettiğim Inglourious Basterds’da ne yazık ki aynı etkiyi yakalayamamış. Hani akşam yemeğine çok önemli bir konuğunuz vardır ve siz her şey mükemmel olsun istersiniz üstelik bunun için elinizde tüm malzeme ve imkanlarda hazırdır ama yemekler tuzsuz olmuştur. Üstelik sonradan konan tuzda aynı tadı vermez. Bu film de biraz öyle olmuş gibi geldi bana. Halbuki çekimlerine başlandığını duyduğumda üstelikte bana göre Tanrı’nın kadınlara bir kıyağı olan Brad Pitt’inde başrolde oynayacağını öğrendiğimde daha da büyük bir sabırsızlıkla beklemiştim bu filmi. Ama ne yalan söyleyeyim olmamış. Yine intikamdı konumuz. Yine filmin bir kenarından kadının ölümü göze alan intikamı da işlenmişti. Ama dedim ya işte kenarından..Brad Pitt’in karakterine yeterince vurgu yapılmamış, sönük kalmıştı. O sadece çılgın, komik ve vahşiydi. Ama herhalde bu filmde tek akılda kalacak olan ve bana kalırsa bu filmden sonra da yıldızı parlayacak olan biri varsa eğer o da zeki, kibar ama beklenmedik şekilde acımasız olan SS Subayımız Christoph Waltz’dır. Daha filmin ilk sahnesinde kim bu adam diyorsun devamında ise hayranlığına engel olamıyorsun.

Özetle ben kendi adıma büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Gerçekten hayran olduğum iki adamın aynı filmde birleşmesinden belki de ben çok şey bekledim. Ya da daha önce hiç Tarantino filmi izlememiş olsaydım bu filmi belki de çok beğenirdim. Bilmiyorum. Tek bildiğim bu filme ikinci bir şans vermeyeceğim.

27 Ağustos 2009 Perşembe

BİR İNDİRİM BAĞIMLISINDAN İTİRAFLAR

Evet İstanbul’a aşığım ama derler ya aşk elde edemeyince aşk olur. Benimki de öyle bir şey. Ne yaparsam yapayım bu şehre ne para yetiştirebiliyorum ne de enerji. Bi de üstüne benim indirime duyduğum engellenemez arzuyu ve içimdeki yerinde duramayan zıpırı ekleyin. Ayaklarım on puntonun üstünde şişmiş ama ne fark eder ki şu mağazaya da bakmalı ya da arkadaşlarımla Asmalı Mescit’de yemeğe gidebilmeydim.

İş yerim Avrupa’da evim de karşıda olunca iş çıkışı trafiğe takılmaktansa spor salonunda takılıp fit kalmak çok daha iyi olur diye düşündüm. Ancak gelin görün ki hesaplamadığım bir şey vardı o da spor salonuna her gidişimde Kanyonu bir ucundan diğer ucuna yürümek zorunda kalmamdı. Şimdi sen o canıımmmm vitrinlerin önünden geçiceksin üstüne üstlük de gerek Turkcell gerekse mağazalardan gecenin üçünde bile gelen (ki sen her seferinde bi heyecan acaba o mu diye telefona sarılırsın.. Hayal kırıklığı ve muz kabuğu..) indirim mesajlarını da almışsın e içeri girip şöyle etrafı süzmeden gitmek olur mu? Yahut spordan çıkmışsın o kadar koşmuşsun, ter dökmüşsün yani bir Patrizia Pepe elbiseyi, bir Furla çantayı hak etmemiş mi oluyorsun hem de indirimdeyken. İşte benim Hitleri aratmayan çöküşümde böyle gerçekleşti. Hayır yani bende anlamıyorum dolabım ağzına kadar dolu (ha bu arada normal bir dolap boyutundan bahsetmediğimi de belirtmek isterim) ama hala giyecek bir şey bulamıyorum. Kısacası benim alışveriş için bahanem bitmez. Erkek arkadaşımla tartıştım alışveriş, aaa benim bu renk ayakkabım yok ki alışveriş, arkadaşım gecikti biraz vitrin bakayım alışveriş, başım ağrıdı alışveriş, patronum paraladı alışveriş.. bu liste böle uzar gider ekstrelerimle doğru orantılı olarak tabi ki İşin kötü tarafı da artık ekstrelerin babişkoma değil doğrudan cep telefonuma sms olarak gelmesi. Teknoloji bazen çok acımasız olabiliyor. Annem hep derdi ‘’Kızım alışverişle gezmenin sonu yok, deveyi çulluda bilirler çulsuzda’’ bense ‘’ Evet evet anne HI HI’’ der yine kendi bildiğimi yapardım klasik olduğu üzere. Ama kadın yine haklı yine haklı. Hele de son günlerde çok satan, kapağı pembe renk olduğu için masküler erkeklerimiz tarafından okunmayan ama buna da acil bir çözümle gri bir kapakla karşımıza çıkan AŞK’ı okuduktan sonra birazcık aklım karışmadı desem yalan olur. Ne gerek vardı ki çula çaputa önemli olan dış görünüm değil ki her şey içimizde yeter ki onu görebilelim. Acaba limitleri biten kredi kartlarımı ödeyene kadar bu düşünce beni idare eder miydi ?

26 Ağustos 2009 Çarşamba

AŞKIM İSTANBUL

Nasıl, hangi ara aşık olmuştum hatırlamıyorum. Üniversiteyi kazanmıştım. Çoğunlukla Ankara, İzmir ile dolu on sekiz tercihten nasıl olduysa o çıktı. Ne bir heyecan ne de bir burukluk olmuştu. Kapağı attık işte annem rahat uyuyabilir diye düşünmüştüm o zamanlar..

Kalktık geldik taşramızdan. Geliş o geliş.. Okulda zaten devam zorunluluğu yok, e bende bıraktım kendimi İstanbulumun kollarına .. Beyoğlu senin Bebek benim başladık İstanbul turlarına..Her nefesimde biraz daha bağlanmışım meğer gidince anladım.Beş yıl çok güzel geçindik. Ne o benden esirgedi kendini ne de ben babişkomun paralarını..:)E tabi şu halde okula uğrama gibi bir durum söz konusu dahi olmadı. Bunun doğal sonucu olarakta okul lastik gibi uzadı. Peki bu halde babişkom ne yaptı!! Üşenmedi geldi,paketledi beni götürdü baba evine.O günü asla unutamam. Bir yandan başarısızlığın mahcupluğu, bir yandan İstanbulumdan ayrılışım gözlerimi pörtletmeye yetmişti. O kadar çok ağlamıştım ki içli içli, sessiz sessiz gören dayanamaz bırakırdı beni ama benimkiler bakmadılar gözümün yaşına, götürdüler beni..

Hiç bilmezdim bir şehrin özlenebileceğini sanki bir sevgiliyi özler gibi, durduk yere kokusunun burnuma geleceğini, ismini duyunca yüreğimin hoplayabileceğini.. Resmen AŞIK OLMUŞTUM. Nasıl dönebilirdim?

Özlemle dolu yıllardan sonra nihayet kavuşmuştum İstanbuluma. Üstelik artık bir işim de vardı. Hayatta beni hiçbir şey daha mutlu edemezdi herhalde. Öyle bir mutluluk ki bu, aradan dört yıl geçti ve ben hala her gün Boğaziçi Köprüsünden her geçişimde şükrediyorum; buradayım ve bu muhteşemliği yaşıyorum diye..